09 Mayıs 2025 Cuma

Sosyal Medya

Son Eklenenler

Yeni bir insan üretmeye çalışıyorlar

Bu mülakat İGİAD Bülten'in Eylül 2020 tarihli 49. sayısında neşredilmiştir.
01 Eylül 2020 12:20
Bugünün dünyasında insanların en çok önemsediği konuların başında sağlık ve gıda güvenliği geliyor. Ancak hem sağlığa hem de gıda güvenliğine yönelik çok çeşitli sorunlar ve tehditler var. Bunların başında belki de GDO’lu ürünler gelmektedir. Öncelikle genetiği değiştirilmiş organizmaların yaygınlaşması, insan sağlığını hangi düzeyde tehdit ediyor? Günümüzün Deccal’i GDO mu?

Genetiğin değiştirilmesi demek, fıtratın değiştirilmesi, yaratılışa bir müdahale demektir. İslam, yaratılışa müdahaleye müsaade etmez. Sadece İslam değil, muharref Tevrat da itiraz eder hatta bu işi yapanların öldürülmesi gerektiğini söyler. Çünkü Cenab-ı Hakk herhangi bir şeyi yaratırken onu eksik bırakmamıştır. Eksik yarattığını iddia etmek, Cenab-ı Hakk’a noksanlık izafe etmektir ki, bu insanı küfre götürür. Kâinattaki her şey, yerli yerince, mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Ama genetik mühendisliğinin gelişmesiyle beraber insanlar, çeşitli mazeretler üreterek hayvanların, bitkilerin, mantarların, virüslerin, bakterilerin ve netice itibariyle de insanın genetik yapısına müdahale etmeye başlamıştır ve bunda farklı amaçlar gütmektedirler.

Nedir bu amaçlar?

Bu amaçlardan en belirgin olanı veya en dikkat çekeni, insanın insan olma vasfını ortadan kaldırmak veya ‘yeni bir insan’, yeni bir canlı tipi üretmektir. Alenî bir biçimde söyleyemedikleri asıl hedef budur. Bunu yaparken, sanki Allah-ü Teâlâ yarattıklarını rızıksız bırakacakmış gibi, dünya nüfusunun çokluğunu bahane ediyorlar. Bu da Allah-ü Teâlâ’ya yönelik güvensizliktir. Çünkü Allah-ü Teâlâ’nın vaadi açıktır. O (c.c.), yarattığı her canlının rızkına kefildir.

Nüfus ile besin üretimi arasındaki ilişki, iktisat teorisinde ele alınır ve özellikle Malthus’un teorisi meşhurdur. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günlük olarak insanın elli, yüz katı kadar besin yiyen ve insan kadar mevcudu olan pek çok canlı türü bulunmaktadır ve bunların hiçbiri rızık endişesi çekmezken, insanı rızık endişesiyle korkutarak dünyanın insanı doyuramayacağı iddiasında bulunurlar. Bu iddianın sahipleri 1900’lerin başında dünya nüfusu 1,5 milyar iken insan nüfusu 3 milyara geldiğinde insanlığın açlıkla yüz yüze geleceğini ve üretimin yetmeyeceğini söylüyorlardı. Dünya nüfusu 3 milyara geldi, üretim katbekat arttı. Sonra bunu 4 milyara çıkardılar. Dünya nüfusu 4 milyara geldiğinde iddialarının yalan olduğu yine ortaya çıktı. Sonra 5’e, ardından 7’ye, şimdi de 10 milyara çıkardılar. Bu tezin çöktüğü anlaşıldı ve bu nedenle Batı’da artık pek dile getirilmiyor, ama ilginç ve acıdır ki İslam dünyasında gündeme geliyor. Üretim, Sanayi Devrimi’ne kadar asıl olarak insan ve hayvan gücüne dayalı idi. Endüstrileşme ile insan ve hayvan gücünün yerini makinler aldı. Mekanik, elektrik ve enerjinin kullanılmasıyla dünyada ekilebilir arazi miktarı artmış, dolayısıyla üretim de kat ve kat artmıştır. İfsatlarını güçlendirmek için bu üretim artışının tohumlara yönelik genetik müdahaleler ile kimyevî ürünlerin neticesiyle gerçekleştiği iddia edilmektedir. Oysa bu doğru değildir, bilakis tamamen ekim dikim ve hasat teknolojileri sayesinde ekilebilir alanların çoğalmasıyla ilgilidir. Bugün dünyadaki üretim, 1900’lü yılların başındaki üretimin 16 katına ulaşmıştır. Aynı dönemde nüfus ise sadece dört-beş kat artmıştır. Bu dönemde israf ise ölçülemeyecek kadar katlanmıştır. Bugün üretilen her iki üründen en az biri maalesef çöpe gidiyor.

Gıdaların genetiğinin değiştirilmesindeki diğer amaçlar neler?

Özeldeki amaçları insanı yönetmektir. Çünkü fıtrata müdahale, insanı yönetme, yaratılmışların mülkiyetini ele geçirme operasyonudur. Tohumlar ve hayvan türleri insanların ortak değeridir. Bu ortak değerleri bu haliyle patent altına alamazsınız. Ancak genetik yapılarını değiştirerek patent altına alarak şirket mülkü, devlet mülkü haline getirebiliyorsunuz. Bir başka gâye ise hastalık endüstrisi oluşturmaktır. Çünkü insan bu şekilde daha kolay yönetilebilir. İnsan sağlıklı ve sıhhatliyse dînî, kültürel, siyasî, her türlü faaliyette bulunur. Ancak insan sıhhatsizse sadece sıhhatiyle ilgilenir. Sıhhatsiz bir insan nesli üretip, insanları diğer meselelerden uzaklaştırmaya çalışıyorlar.

KAPİTALİZM YENİ BİR KÖLE DÜZENİ GELİŞTİRDİ

GDO’nun yanı sıra gıda üretiminde kullanılan katkı maddelerinin sağlığı olumsuz etkilediğine yönelik de güçlü iddialarınız var. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Kapitalizm 19. ve 20. yüzyılda büyük üretim tesisleri kurdu, bunun için yeni bir köle düzeni geliştirdi. Fabrikalarda çalışan bu yeni kölelerin bir yere gidip gelmemesi için iş yerine yakın barakalar inşa edildi. Maliyetleri daha da kısmak için paketli yiyecekler ürettiler. Maaşın bir kısmı, belli bir marketten yapılacak harcama çeki olarak verildi. Bunun içinde herkesin beğenmesi ve rahatlıkla tercih etmesi için homojenleştirilmiş, tek tipleştirilmiş, herkesin zevkine hitap edebilen renkte, tatta, kokuda “gıdalar” ürettiler. Bu süreç gelişerek bugünkü hâlini aldı ve günümüz dünyasında artık binlerce katkı maddesi kullanılıyor. Avrupa Birliği buna bir standart getirmek için “E” ile başlayan bir kodlama getirdi. Ancak tüm katkıların henüz E kodu yok. Bu katkı maddelerinin 600-700 kadarı yaygın olarak kullanılmakta. Bunların bir kısmı dünyada yasaklandı, bir kısmı hâlâ serbest; başka bir kısmı ise sadece organik ürünlerde serbest. Öte yandan kapitalizmin bu yeni kölelik düzeni artık dünyanın her yerince cari durumda.

GDO konusunda olduğu gibi katkı maddelerinde de çalışma yapmak genelde yasaktır. Mesela ‘aspartam’ adlı katkı maddesi Monsanto şirketine aittir ve söz konusu şirket izin olmaksızın aspartam hakkında araştırma yapamazsınız, Bununla birlikte bazı katkı maddesine yönelik çalışmalar yapılmıştır, ancak bunların ikisi, üçü veya daha fazlası bir araya geldiğinde ne tür etkiler yapacağına yönelik çalışma ne yazık ki yok. Bilindiği gibi iki farklı madde bir araya getirildiğinde kimyevî bir tepkime ortaya çıkar. Aynı durum bunlar içinde geçerlidir. Üstelik tek başına değerlendirildiğinde, 600’ü aşkın katkı maddesinden zararsız olanların sayısı onu geçmez. Bunlar da Arap zamkı örneğinde olduğu gibi tabiattan reçine gibi elde edilip işlenmeden satılanlarıdır. Tabii olmaktan çıkarılan ve herhangi bir işleme tabi tutulanların zararlı oldukları sayısız kez ispat edilmiştir. Bir maddenin kimyevî ve/veya biyolojik yapısı bozulduğu andan itibaren insan için zararlı bir maddeye dönüşüyor. Çünkü insan bedeni tabii olana göre kodlanmış/yaratılmıştır. Ayrıca şunu da belirtmeden geçmeyelim ki domuzdan elde edilen elliden fazla katkı maddesi var. Petrolden, gaz yağından, insan saçından dahi elde edilen gıda katkı maddeleri var. Bunların insan için faydalı olduğunu söylemek akılla fıtratla alay etmekten başka bir şey değil.

TAYYİB GIDA İLE HELÂL GIDA FARKLI MI?

Peki, bu koşullarda gıda tüketiminde nelere dikkat etmek gerekir? Şeytan neleri ye diyor? Veya İyi Gıda ile Kötü Gıda’yı nasıl ayırt edeceğiz?

Şeytan bize diyor ki; raftan ye, endüstriyel olanı al, işlenmiş olanı ye. Hâlbuki gıdanın küflenmemesi, böceklenmemesi, patatesin çimlenmemesi için radyasyona mâruz bırakılır. Böylece oradaki hayatiyeti yok edilir. Şirketleri koruyan bu uygulamanın insana zarar vermesi ne yazık ki kimsenin umurunda değil. Biz Müslümanlar kimin ne dediğinden ziyade “Allah-ü Teâlâ ve Hz. Peygamber ne diyor” diye bakmamız gerekir.

Pek, ne diyor Allah-ü Teâlâ?

Allah-ü Teâlâ bize, tabii olanlarından, fıtri olanlarından, benim yarattığım şekli bozulmamış, tahrif edilmemiş olanlarından yiyin, insan elinin en az değdiği, insanın en az müdahalede bulunduğu olanlardan yiyin demektedir. Kur’an-ı Kerim bunu ‘tayyib/tayyibat’ kelimesi ile izah ediyor. Gıda söz konusu olduğunda Allah, 26 Ayet-i Kerime’de tayyib olanlarından yenilmesini emrediyor. Kur’an’da “helal yiyin” diye münferiden bir emir yok. Sadece beş ayette “halalen tayyiben” şeklinde geçer ki, dikkat edilirse burada bile tayyib kelimesi birlikte zikrolunuyor. Oysa 21 ayette de münferiden “tayyiben” geçer.

Tayyib, genellikle tercüme edildiği gibi “temiz” mânâsına gelmez. Tayyib; fıtri olan, yaratılışına müdahale edilmemiş, ondan istifade edene zarar vermeyen demektir. Kısaca fıtrî olanla besleneceğiz, raftan uzak duracağız, işleme tabi tutmadan alıp kullanacağız.

Sıhhî, fıtrî gıdayı özetlesek temel kaideleri nelerdir?

Sıhhatli gıdayı beş maddede özetlemek mümkündür:
-Bir, tohumun fıtratına müdahale edilmeyecek. Yani GDO ya da hibrit adı altında müdahaleye maruz kalmayacak.
-İki, tarım kimyasalı denilen toksik, zehirli maddeler toprağa boca edilmeyecek.
-Üç, endüstriyel işlemler olmayacak veya en asgari düzeye düşürülecek.
-Dört, tabii olanlar istisna olmak üzere katkı maddesi eklenmeyecek.
-Beş, ambalajında petro-kimya ürünü veya karışmış olan olmayacak.

GDO’YA İZİN VEREN HELAL SERTFİKA MI OLUR?

Gıda üretiminde helâl sertifikası yaygınlaşmaya başladı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Güvenli ve helâl gıdanın yaygınlaşmasına katkıda bulunabilir mi?

Koşer sertifikası, 1915 yılında Yahudilere mal satmak amacıyla Amerikalı bir market zinciri tarafından icat ediliyor. Aynı market zinciri, Amerika’da Müslümanlar görünür olmaya başlayınca, bu seferde Müslümanlar için ‘helâl sertifika’yı geliştiriyor. Yani Yahudi’nin koşeri de, Müslüman’ın helal sertifikası da kapitalizm mal satma oyunu. Şu an dünyadaki helâl sertifikası modası, bir endüstriyi aklama operasyonudur. ‘Helal derdi’ olmayan Müslüman’a birileri helal sertifikalı ürün satıyor. Sadece ülkemizde 50’den fazla helal sertifikası uygulayan dernek, şirket veya kurum var. Bir ara ISO, Haccp sertifikası vardı. Ardından dindarlar için helal, sekülerler için organik sertifikası borsası oluştu. Biliyor musunuz, dünyanın en büyük organikçileri,  de helal işi yapanları da dünyanın en büyük gıda firmaları ve GDO’cularıdır. GDO’ya tepki mi gösteriyorsunuz, buyurun organik ürünlerimizden alın. Oysaki organik ve/veya helâl sertifikasında hibrit tohuma, katkı maddelerine, plastiğe ve bazı kimyevî maddelere müsaade edilir. Bunlar, endüstrinin kendi kendini aklama operasyonu değil de nedir? Mesela siz hiç helal gıda talebiyle dünyada herhangi bir nümayiş yapıldığını hiç duydunuz mu? Duyamazsınız çünkü Müslümanların kahir ekseriyetinin böyle bir derdi yok.

Sertifikalandırma sistemi yine de fayda sağlamaz mı?

Sağlarmış gibi yapar. Ama hassasiyetlerimizi söndürür veya bizi yanıltır. Gerçeğe doğru ilerlememize mâni olur. Çünkü genetiği değiştirilmiş organizmalara müsaade eden, tavuğun kırk günde kesilmesini sorun yapmayan, GDO’lu yem yiyen hayvanların etine, sütüne, yumurtasına cevaz veren bir sistemin iyisi olamaz. Plastiğin gıda maddelerinde kullanılmasına helal sertifikası verilmesi kabul edilemez. Bunu yapanların iyi niyetli olduğunu düşünmüyoruz. On yıla yakın helal sertifika sistemi için kafa yorduk lakin bu işin çıkmaz sokak olduğu ve endüstriyi aklamaktan başka işe yaramayacağı kanaatine vardık. Nihayetinde bu toplumun bu hususta bir talebi zaten yok.

Üreticiler doğruya yönelten bir ahlak ve ilmihale sahip olmadan hiçbir sertifika türü çözüm olamaz. Zira Müslüman üretici sadece yalan söylemeyen, faiz almayan, ödemesini zamanında yapan insan değildir. Müslüman sanayici/üretici/tüccar; ürettiği, sattığı ürünün tabiata, çevreye, insana zararının olup olmadığını araştırıp, varsa üretmeyen ve satmayan veya üretimi biçimini değiştiren, bunun ilmihalini, fıkhını tekniğinden daha iyi bilen kişidir. İçlerinde elbette vardır ama geneli itibariyle Müslüman tüccar ve üreticilerin bu konuda bilgili ve gayretli olduklarını zannetmiyorum.

Üretici burada neye dikkat etmeli?

Mesele şu: Üretilen ürün, kullanan veya bununla temas edenlere nasıl bir zarar veriyor? Canlıya ve ondan neşet edecek varlığa olan etkisi ne? Bunları bilmeden bir ürün üretemezsin. Mesela sizin ürettiğiniz bisiklet ile Hollanda’da üretilen bisiklet aynı kalitede olabilir ama sizin kullandığınız boya, kaynak vs. Hollandalının kullandığı ile aynı olamaz. Siz çevreye zarar vermeyecek, daha sıhhî bir boya ve malzeme kullanmak zorundasınız. Elbette gıdanız bundan daha mühimdir. “Dünyada birkaç trilyon dolarlık helal gıda pazarı var, bundan biraz pay alalım” derseniz ve bu niyetle yola çıkarsanız pastadan pay alırsınız ama rızadan pay alamazsınız.

KISSINGER: GIDA BİR SİLAHTIR

Gıda güvenliğinin politik bir boyutundan söz edilebilir mi?

Gıda, politikanın en önemli aracı ve bir numaralı silahıdır. Gıdanın beraberinde aşı, ilaç ve tohum gelir. Gıda ile tohum ve aşı ile ilaç birlikte ele alınabilir ve şimdilik bir kabul edelim. Tohum ve ilaç, dünyanın en tehlikeli, en sinsi silahıdır. İnsanlar, bunları, silah olduğunu bilmeden, alın terlerini harcayarak keyifle satın alırlar. Henry Kissinger, 1974 yılında ABD Başkanı Nixon’a hazırladığı ‘NSSM 200’ adlı raporda “Gıda bir silahtır ve müzakere çantamızdaki araçlardan biridir” diyor.
 
ABD Tarım Bakanlığı’nın, gıda birliklerinin başkanlarının ve çeşitli uluslararası kuruluşların başkanlarının daha sonra alenileşmiş itiraf mahiyetindeki konuşmalarına bakıldığında savunma sanayiindeki silahlar bile bunların yanında daha hafif kalır. Çünkü bu bir millî güvenlik meselesidir. Gıdadan daha önemli bir millî güvenlik meselesi olamaz. Birinci derecede gıda, ikinci derecede eğitim ve nesil emniyetidir. Kaldı ki, İslam canın, aklın, malın, dinin ve neslin korunması emreder ve bu beş temel hakkı koruyacak olan birinci unsur gıdadır.

Gıda bozuksa bunun beşi de bozulur. Gıda sağlamsa beşini koruma imkanı güçlenir. Tohumun ticarileştirilmesi, mülk edinilmesi, gıda şirketlerinin petrol şirketlerinden daha güçlü, daha zengin olmaları, meselenin politikleştiğinin en açık delilidir. Mesela Türkiye’de de çok yoğun faaliyetleri olan bir gıda şirketi ABD’deki buğday üretiminin yüzde 25’ini tek başına gerçekleştiriyor. Bu bile gıdanın bir şirketin insafına bırakılması tehlikesini ihtiva etmez mi?

VİRÜSLER İNSAN ÖLDÜRMEZ

Gündemdeki konuyu da sorayım: Daha önce domuz gribi ve kuş gribinin endüstriyel virüsler olduğunu söylemiştiniz. Covid-19 hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sonuçtan gidelim: Son bir yıldır ekonomiler çöktü, dünya kilitlendi, şirketler iflas etti, insanlar korku dağının altında ezildi, camiye bile gidemez hâle geldiler, camide bile huzur kalmadı, işsizlik arttı, devletler ekonomiyi canlandırabilmek için sürekli para basıyor, sosyal huzursuzluklar dağ gibi, devletlerarasında maske kapma yarışı yaşandı. Peki, dünyadaki ölüm istatistiğine bakıldığı zaman koronavirüsten dolayı kaç insan ölmüş, buna karşın grip nedeniyle kaç insan? İkisi de bulaşıcı değil mi? Neden birini ciddiye alıyor diğerini önemsemiyorsunuz? Çünkü biri sindirilmiş.
Gribin bulaşma hızı koronanın üç-beş katı. Gribin öldürücülüğü kovid-19’un en iki katı. Peki, insanlık niye griple mücadele etmiyor? Şöyle diyorlar: Grip bilinir bir vâkıdır, koronavirüs ise bilinmezliklerle dolu. Her yıl mutasyona uğrayan gribin neresi biliyor? Sürekli yenilenme dolayısıyla gribin bu yıl ne yapacağı kestirilemez. Ayrıca mantarlar, virüsler, bakteriler, insan öldürmezler. Eğer öldürseydi dünyada hiçbir canlı kalmazdı. Virüs; bağışıklık sistemi zayıf; virüsle, bakteriyle mücadele edemeyecek hâle getirilmiş insanları yani kronik rahatsızlıkları olanları veya bu vesileyle yanlış müdahale yapılmış kimseleri öldürür. Geçen yıla göre Türkiye’de ölümler azaldı. İtalya’da ölümler bir önceki yıla göre yüzde 20 azaldı. Hollanda maske ve dezenfektan dolayısıyla zehirlenmelerin dört kat arttığını açıkladı. Hangi daha tehlikeli?
ASIL TEHLİKE KORONA DĞEİL KANSER VE KALP KRİZLERİ
O halde kovid-19 süreci bir oyundur mu diyorsunuz?
Kovid-19 bir algı oyunundan ibaret ve yenidünya düzeni kaldıracıdır o kadar. Yani korona virüs siyasî, iktisadî, sosyal bir silahtır ve bunun başka amaçları da bulunmaktadır. Bu sosyal deney sonrasında yeni bir dünya inşa edilecek. Bu nedey sayesinde zaaflarımız ve güçlü yönlerimiz tespit ediliyor. Daha sonra en güçlü yönlerimize saldıracaklar. Bunu görmemek için deli olmak gerekiyor.

Konuyu biraz açarsak, asıl salgın korona-morona değil kanser, kısırlık, diyabet ve kalp krizleridir. Kalp krizi Türkiye’de her yüz ölümden kırkına yol açıyor. Kanser ise 30’una. Yani 100 kişiden 70’i sadece 2 neden yüzünden ölüyor. Bunların devlet ve millete maliyeti akıl almaz boyutlarda.

Koronavirüs vak’alarında ölüm oranı ise yüzde 1’dir. Üstelik bu, virüse yakalananlar arasındaki ölüm oranıdır, yoksa sağlıklı insanlar da dâhil bütün toplumun kapsamaz. Peki kanser ve kalp krizinin nedenleri ne? Yenilen yağ, işlenmemiş gıda, katkı maddeleri, çevre kirliliği gibi pek çok unsur. Buna rağmen koronavirüs üzerinde bu kadar durulmasının nedeni, medyanın aymazlığı ve kime hizmet ettiği meçhul adamların bu konuyu sürekli gündemde tutarak korku yangını çıkarmalarıdır. Bu korku büyütülmeli ki, herkes üretecekleri aşı ve ilaçlara itiraz etmesinler.

YEDİĞİNİZ TÜM TAVUKLAR BUSH AİLESİNİN

Geçmişte kuş gribi ve domuz gribini silah olarak nasıl kullandılar?

Hatırlanırsa kuş gribi yalanında yerli tavuk ve kuş ırklarının tamamına yakınını itlaf ettiler. Çünkü patentli ürünleri piyasaya sürmek gerekiyordu ama önce mahalli ırklar bitirilmeliydi. Türkiye’deki tavukların yüzde 99’u, sahibi Bush ailesi olan Amerikalı bir firmadır. Tavuk üreticilerine bütün civcivleri Haymana’daki bir firmadan alırlar. Hangi markanın tavuğunu alırsanız alın, civcivi o üretir. Çünkü sizin ürettiğiniz civciv kırk günde kesime gelmez. Bunlar, kuş ve domuz gribinde ABD eski Savunma Bakanı Rumsfeld’in şirketinin ürettiği Tamiflu adlı ilacı verdiler herkese. Hatırlayın bir ara karaborsaya bile düşmüştü. Kuş gribi ile domuz gribi, Bush ve Rumsfeld döneminde ortaya çıktı ve biri tavuklarını diğeri de ilacını sattı insanlara. Nasıl oyun ama… Ölüm korkusu yüzünden insanlık tüm mahalli ırklarını itlaf etti. Ardından birde Irak ve Afganistan’ı işgal ettiren Rumsfeld’in ilaçla kazıklandı.

ÇİPLİ AŞILARI BANGALDEŞ’TE UYGULAMAYA BAŞLADILAR

Buradaki amaç, sadece para kazanmak mı?

Bu insanlar bu işi sadece para kazanmak için yapıyorlar denirse meselenin küçük bir kısmını görmüş oluruz. Para dediğiniz şey bunlar. Dünyanın basılı parası 5 trilyon dolar civarında. Ama servet katrilyon dolarla seviyesinde. Gerisi nedir kaydı. Kaydî para mı olur? Oluyor işte. Bir milyar dolarınız olsa isteseniz size verirler mi? Verseler ne yapacaksınız tırlarla mı saklayacaksınız? Demek ki mesele sadece para değil.

Bu şeytanî oyunların arkasında yeni bir düzen kurmak için insanları, devletleri, şirketleri zayıflatmak ve kontrol altına almak gibi gayesi var. Şimdi çipli aşılar gündemde ve Bangladeş’te uygulamaya girdi bile. Bu tamamen IP tabanlı ve insanın saç kılının onda biri kalınlığında, gözle göremeyeceğiniz hacimde bir mikro çip ihtiva ediyor. Bu mikro çipin internet ve baz istasyonları üzerinden haberleşme ve dolayısıyla uzaktan kontrol edilebilme özelliği bulunuyor. Bu bir masal değil, bizzat şu an uygulanmakta olan bir durum. Bangladeş’te artık içinde çip barındıran aşılar yapılmaktadır.
Covid-19 salgınına karşı aşı geliştirme çabaları sürüyor. Aşılar konusunda da ciddi şüpheler bulunuyor. Geliştirilecek aşılar sadra şifa olacak mı?

Rusya ve Çin’in geliştirdikleri aşının grip aşısı olduğu ortaya çıktı. Kovid-19 ile ilgili duyduğunuz yüz cümlenin 99’unun yalan olduğu kanaatindeyim. İddia doğruysa Covid-19, otuz günde bir mutasyona uğruyor ve şu an dünyada kimi kaynaklara göre otuzdan fazla  çeşidi var. Kimine göre de doksandan da fazla. Bunlar birbirine benzemiyor ve bunun aşısını bulmak da imkansız deniliyor. Bugünkü aşılar bir silah ve aşı çalışmaları insanlığı kısırlaştırma, kontrol altına alma, çeşitli hastalıkları yayma amacıyla kullanılır. Bir aşıda insan, maymun, domuz cenininin veya alüminyum, bakır, cıva gibi ağır metallerin ne işi olabilir? Ama aşılarda bunların hepsi var. Hâlbuki kadimde hastalığı geçirmiş birinin tükürüğü alınır ve diğerine bulaştırılır ve böylece mesele çözülürdü. Çünkü gerçekte aşı, mikrobun zayıflatılmış hali olması gerekir. Anne sütü tabii bir aşıdır mesela. İnekler yavrularını beslerken aynı zamanda aşılar. Osmanlı çiçek aşısını hayvan memelerinden keşfetti. Çünkü süt sağan kadınlar çiçek hastalığına yakalanmazlar.

ÜÇ GENÇTEN BİRİNİN ÇOCUĞU OLMUYOR

Artık GDO’lar, katkı maddeleri, aşılar hayatımızda daha çok yer ediyor ve her geçen zaman bunların etkinliği artıyor. Bu minvalde insanlığın geleceğini nasıl görüyorsunuz? 50 veya 100 yıl sonra insanlık nereye gidecek veya nasıl bir insanlıkla karşılaşacağız?

Önümüzde iki senaryo veya ihtimal var. Birincisi, insanlık fıtratla, Allah ile savaşma düzenine sessiz kalması, boyun eğmesi ve teslim olmasıdır. İkincisi aklını başına toplayıp bu gidişe karşı direnmesidir. Henüz daha erken olsa da ikincisinin emareleri görülmeye başlandı diyebilirim.

CIA’nin 2004 tarihli bir raporu var. Bu raporda Türkler ele alınıyor. Türklerin 2100 yılında büyük bir tehditle karşı karşıya kalacağı söyleniyor. Bu tehdit, kısırlaşma ve her yüz evli çiftten sadece beşinin çocuk sahibi olacağıdır. Yani CIA’nin tahminlerine göre 2100 yılında kısırlık oranı yüzde 95 olacak, ancak bize göre bu orana ulaşmak için 2100 yılı beklenmeyeceğiz. Çünkü şu an zaten yüzde 40’lar düzeyinde ve hızla büyüyor.

Bütün bu süreç sonucunda adı insan olan ama bildiğimiz ve binlerce yıldır var olanlardan farklı bir tiple karşılaşabiliriz. Bu yeni insan tipi sürekli hasta ve engelli olacak. Yeni doğanlarda engellilik nispeti yüzde 15 düzeyinde. Bu oran 1970’lerde yüzde 2’ydi. 50 yıllık bir süre içerisinde bu kat be kat artmış durumda. Eskiden aklî melekesi zayıf, ayağı kısa gibi engelliler her mahallede tek tük görülürdü. Bunların bir kısmı da ebe yokluğu gibi doğum sırasındaki yetersizliklerden kaynaklanırdı. Şimdi yeni evlenen çiftlerin yüzde 35-40’ı çocuk sahibi olamıyorsa, her doğan 100 çocuğun 15’i engelli doğuyorsa hayırlı bir gelecekten söz edilemez. Bu engelli çocukların bir kısmı otistik, bir kısmı down sendromlu bakıma muhtaç çocuklar. Bunların aileler ve devlet üzerindeki ekonomik yükleri, psikolojik travmaları ağır olduğu gibi anne-babanın ölmesi durumunda ortaya çıkacak sahipsizliğin trajedisi düşünüldüğünde korkunç bir manzara olduğu görülür.
GENÇLERDEN ÜMİTLİYİZ

Olumlu bir gelecek olmayacak mı?

Olacak ve ümitvar olduğumuz husus şu ki, Allah-ü Teâlâ’nın tebeddülatına, yani dünyayı değiştirmesine inanıyoruz ve Allah-ü Teâlâ bunların eliyle kıyameti getirmeyecektir. Bu düzen mutlaka değişecek, çünkü son dönemlerde başlayan eskiye dönüş, tabiileşme, kadimi ön plana çıkarma eğilimi var ki, bu genellikle gençler arasında daha yaygın. 20 yıl önce ne GDO’yu, ne helâli, ne gelenekseli konuşurduk, her şey alabildiğince fütursuzca ilerliyordu. Bu fütursuzca ilerleme katmerli olarak devam ederken ona yönelik tepki de büyümeye başladı. Üstelik bu tepki, fütursuzca büyümeden daha hızlı gelişiyor sanki. Bu nedenle daha ahlâklı bir nesil geliyor ve bu nesilden ümit varız. Söylenenlerin aksine apolitik, hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir gençlik yok, aksine bizden daha idrakli bir gençlik geliyor. 2050’yi yaşar da görürsek bütün bu sürecin tersine döndüğünü görebileceğimizi ümit ediyorum. Raftan, endüstriyel işlem görmüş ürünlerden, sertifika modasından uzak durursak bu tehdidin üstesinden geliriz.

Kemal Bey teşekkür ederim, ağzınıza sağlık.

Ben teşekkür ederim.

Yayın linki : https://igiad.org.tr/images/kitaplar/IGIAD_Bulten_49_LOW.pdf
Yorum Yap
Diğer İçerikler