25 Haziran 2025 Çarşamba

Sosyal Medya

Son Eklenenler

Sentetik dünyayı bırakıp öze dönmek gerek

06 Şubat 2013 22:23

Son günlerin belki de en çok konuşulan isimlerinden bir tanesi Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin başkanı, “Müslüman’ın Diyeti” isimli kitabın yazarı Kemal Özer. Şimdilerde "Yediklerinizin İçinde Ne Var?" kitabıyla gündeme gelen Kemal Özer, hem kitabının içeriği hem de söylediği sözler ile gıda gündeminde yine tartışılmaya başlandı. Kendisiyle gıda üzerine ülkemizde geçmişten günümüze gelinen süreci, GDO'yu, Tarım ve Sağlık bakanlıklarının uygulamalarını ve “Gıda Savaşları”nı konuştuk…

 Mimar Mühendis Dergisi / Ocak-Şubat 2013 sayısı / Söyleşi: Yunus Emre Tozal

Huntington, 'medeniyetler çatışması' kavramı ile uluslararası ittifakların kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı medeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade etmişti. Huntington'ın tezinde anlattığı üç harita var. 1920'li yıllara ait olan ilk harita, batı tarafından kolonileştirilen dünyayı resmediyor. Dünyayı 'batı tarafından yönetilenler' ve 'batıdan bağımsız olanlar' şeklinde ikiye ayıran bu harita, 20’lerde batının dünyaya ne denli hakim olduğunu gösterdiği kadar, dönemin global politik ekonomisini şekillendiren öğenin kolonileşme olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Huntington'ın yer verdiği ikinci harita ise 1960'lı yıllara ait olup ‘soğuk savaş’ döneminde ABD ile Sovyetler Birliği etrafında kümelenen ülkelerin oluşturduğu iki kutuplu dünyayı resmediyordu. İkinci harita, tamamen politik ve ekonomik ideoloji bazında bir gruplaşmaya dayanan ve bu nedenle de birinciden çok daha farklı olan bir yapılanmayı gözler önüne seriyordu. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Huntington'ın üçüncü haritası ortaya çıktı: Medeniyetler Çatışması. Tarım bilimci olan Lester Brown'ın 21. yüzyılda “Gıda Savaşları” olacak tezi tam da Huntington'a dayanıyor ve yeni bir şey de değil. Gıda savaşlarının temeli ile ilgili olarak siz ne düşünüyorsunuz? Nasıl yaklaşmalıyız meseleye, nasıl bir süreçle geldik günümüze? Dünyada gıda sektörünü kimler, nasıl yönetiyor?

Egemen küresel güçlerin sözcüsü olan Samuel Huntington, tezleri kendine ait olmayan biriydi. Kendi olmayı başaramamışları eğleyecek iyi kurgulanmış tezleri dillendiren bir sözcü yani. Amaç, zihinsel kirlilik yaratmak, bilinçaltı inşası ve insanları tartıştırarak çözmek ve ölçmek. Aynı güçlerin sahibi olduğu veya yönettiği küresel medyanın pazarlamasıyla ciddi ve önemli bir düşünür gibi pazarlandı. Oysa dünya kurulduğundan bu yana ‘hak’ ve ‘batıl’ olmak üzere iki kutupludur. İnsanlar şu ya da bu adla ya ‘hayır’ ya da ‘şer’den taraf olagelmişlerdir. Farklı şekillerde adlandırsak da tüm savaşlar hak ve batıl savaşının etrafında cereyan eder.

Bugün adına enerji savaşları, su savaşları ve gıda savaşları denilen açık ve gizli savaşların tümünü bu bağlamda ele almazsak tezgâhlanan oyuna alet olabiliriz. Gıda savaşları 19. yüzyılın başında kurgulandı. Büyük ölçüde de 2. Cihan Harbi’nin ardından Marshall planıyla sahnelenmeye başlandı. Öncelikle bunu planlayanların güneş ve şeytana taptıklarını ve önemli ölçüde Avrupa kökenli olduklarını belirtelim. Bu yapılar bugünkü petrol, silah, ilaç, medya ve bankacılık gibi sektörlere sahip olan ve toplamda on aileye bile varmayan gruplar. Bunların hepsi 18’inci asrın başlarında dünya genelinde tanınan ve Osmanlı dâhil Avrupa ülkelerine büyük faizlerle borç veren ünlü tefecilerdir. Kurdukları kirli düzenin devamını sağlamak için tüm dünyada inanç ve sağlıkla ilgili büyük planları sahneye koymaktalar. Planlarını hayata geçirmek için çoğu ABD ve Avrupa ülkelerinde olan 2500-3000 civarında düşünce kuruluşuna sahipler veya desteklemekteler.

Bunun yanı sıra Dünya Ticaret Örgütü -ki buna Dünya Terör Örgütü diyenlerin sayısı az değil- Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Tarım Örgütü, FDA ve EFSA gibi bölgesel veya küresel yapılar en iyi taşeronları ve işbirlikçileridir. Hiç kimse bu kuruluşların veri ve kararlarının doğruluğunu sorgulamıyor. Bozuk saat gibi bazen doğru da söyleseler, bu kuruluşların veri ve görüşleri insanlık için değil, şeytanî düzenin devamını sağlamak içindir. İnançları zayıflatılmış, yiyip içtikleri, giydikleri, duydukları, gördükleri ve teneffüs ettikleri havayla ruh ve beden sağlığı bozulan insanları ‘tedavi ediyoruz’ masalıyla son yarım asırda insanlık tarihinde görülen tüm hastalıkların onlarca kat fazlasına ve acıklısına maruz bıraktılar. Çok iyi bildikleri bir şey vardı: Ruh ve beden sağlığı bozulan insanlar bırakınız küresel siyasetle ilgilenmeyi, ne iç politikayla, ne ticaretle, ne ibadetle, ne düşünceyle ilgilenmezler. Bozulan hayat kalitesini geri kazanmak veya tamir etmekten başka hiçbir şey yapmaya vakit de bulamazlar.

Yurt dışında gıda ve sağlık konularında duyarlılık ne düzeyde? Sizin ve örgütünüzün paralel çalışmalar yürüttüğü William Engdahl var mesela. Ölüm Tohumları adlı kitabına baktığımızda onun yurtdışından sizin yurt içinden aynı savaşı sürdürdüğünüz görülüyor?

İnsanları doğulu, batılı, kuzeyli, güneyli diye ayırmak doğru değildir. Arz Allah’ın arzı ve tüm insanlar onlar inanmasa da Allah’ın kullarıdır. İnsanları vicdanları ölmüş ve vicdanları ölmemiş olmak üzere ikiye ayırırsak, iki grupta arzın her yerinde yaşarlar. Bugün başta Amerika olmak üzere batıda dayatılan çirkefliği ve şeytanî oyunları daha erken fark etmiş çok sayıda insan var. Şunu itiraf etmeliyiz ki; özellikle 20. asrı bütünüyle kaybetmiş olan ve batıl uygulama ve kültürlerin baskısı altında büyük kayıplar vermiş olan Müslüman toplumlardan daha bilinçli, hikmetli ve de tepkili insan grupları batıda da az değil belki daha fazla. Oynan kirli oyuna dair birçok gerçeği ne acıdır ki bizde onlardan öğrendik. Çünkü bizde uyanış daha çok yeni. Şahsi olarak tanıştığımız zaman zaman görüştüğümüz, 4 yaşında vurulan bir aşı yüzünden tekerlekli sandalyeye bağlı bir ömür süren William Engdahl’da bu uğurda çaba harcayan diri vicdanlardan biri. Ne biz, ne de Engdahl yalnız değil çok şükür.

Dünyada ve Türkiye’de tarım politikalarının uygulanabilirliği üzerine neler söylersiniz? Nasıl yaklaşmalıyız bu tabloya? Geleceği kendi ellerimizle mi karartıyoruz? Duyarlılık ve vicdan üzerine bu noktada neler söylersiniz?

’Modern tarım’ denilen uygulamanın çok çeşit yerine az çeşit, geleneksel tabiî tohum yerine hibrit ve/veya GDO’lu tohum, tohum aşamasından hasat hatta pazarlama aşamasına kadar devam eden hatta hatta lokantada servis edilen aşamaya kadar süren tarım kimyasalı aşaması olmak üzere üç saç ayağı var. Tohum ve toprak mülkiyet değiştirerek insanlığın ortak mülkü veya kişinin tapulu malı olmaktan birkaç küresel şirketi mülküne dönüştürülüyor. Yani yaşamı patent altına alıyorlar. Biz tohumu ‘fıtratıyla oynanmış’ ve ‘fıtratıyla oynanmamış tohum’ şeklinde ikiye ayırıyoruz. Geleneksel tabii tohum insanlığın ortak mülkü olan ve besin değeri çok yüksek olan tabiî tohum iken hibrit/F1 ve GDO’lu tohum ise fıtratıyla oynanmış şirket mülküne dönüştürülmüş, ilaca bağımlı ve besin değeri düşük şirket tohumudur. Bu tohumlar genellikle kısırdırlar tüketenlerde kısırlığa yol açabilirler. Kısaca bir soykırım silahı olarak kullanılabilirler. Bu yöntemleri nüfus arttı attı dünya insanları besleyemez diyerek bir neyi ‘Tanrılık’ iddiası veya dünya insanları doyurmak gibi bir dertleri varmış gibi şeytanî bir propaganda ile pazarlarlar veya meşruiyet sağlamaya çalışırlar. Aynı masalı dünya 1 milyarken de söylüyorlardı, 7 milyar olduk yine söylemeye devam ediyorlar. 70 milyar olsa da söylemeye devam edecekler. Şöyle düşünelim bu yöntemleri keşfetmemiş olsalardı ve insanlık yine 7 veya 70 milyar olsaydı hâşâ Allah kullarını açlıktan öldürecek miydi? Allah yoktan var edense ve siz bir daneyi toprağa atınca bin adet dane yapan Allah, bunu 5 bin, 10 bin, yüz bin yapamaz mı, yapamaz mı? Bunu mu demek istiyoruz? Müslüman bir zihin böyle düşünebilir mi? Peki böyle düşünür hâle geldiyse…

İlk olarak Deccal Tabakta isimli kitabınız çıktı. ‘Deccal Tabakta’ kitabınızı okuduğumuzda, GDO’nun silah olarak kullanıldığını öğrenmiştik. Söylediklerinizden, sorunun bununla sınırlı olmadığını mı anlamalıyız? GDO meselesi, bu kitaptaki boyutlarıyla başka hiçbir yerde incelenmedi sanırım. Şu anda GDO hakkında yaptığınız araştırmalarda analizleriniz nasıl? Hangi noktadayız?

 Evet, GDO konusu ‘yandaş yayınlarda’ küresel şirketlerin çıkarları çerçevesinde ele alınıp durulur. Az sayıda ki karşıt eserde ise konu genellikle tek veya birkaç boyutuyla ele alınır. Konu , ‘Deccal Tabakta’ eserinde ise siyasi, ekonomik, sosyal, sağlık, çevresel, dinî ve vicdanî boyutlarıyla ele alandı. Eserde dile getirilen tez ve bulgularla bugün arasında bazı yeni gelişmeler oldu elbette. Mesela Rusya’da yapılan bilimsel çalışmalarda GDO’ların kısırlaştırıcı etkisi bir kez daha ispatlandı. Fransa’da yapılan araştırmada göğüs kanserine karaciğer ve böbrek sorunları yol açtığı da bir kez daha ispatlandı. Türkiye ise ipe un sermeye devam ediyor. Küresel firmaların ve özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün baskıları karşısında hiçbir direnç göstermiyor. GDO’lu ürün tespitlerinin üstünü örtmeye devam ediyor. Hakikati perdelemeyi sürdürüyor.  Ne yazık ki bildiğini sananlarla birlikte siyasi irade kör, sağır ve dilsiz. Acı ama ne yazık ki gerçek böyle.

Gerek yazılarınızda gerekse kitaplarınızda GDO karşıtlığı başat rol üstleniyor. Sizin karşı çıkış gerekçelerinizle GDO taraftarlarının argümanları taban tabana zıt. GDO üretimi bu hızla giderse bizi nasıl bir dünya bekliyor? GDO’lu ürünleri tüketmek zorunda bırakılan bir toplum olsak da, bundan memnun değiliz. Ne yapmak gerekiyor bu tehlikeyi hayatımızdan çıkarmak için?

 GDO meselesi yaratılışla, Sünnetullah’la fıtratla alay etmektir. Allah-ü Teâlâ Nisa suresi 119’da Şeytan’ın “Onlara emredeceğim, onlarda Allah’ın yarattığını değiştirecekler…  dediğini beyan ediyor. Bakara 205’de ise “Ekini ve nesli mahvetmeye çalışmayın. Allah fesadı ve bozgunculuğu sevmez…” buyrulur. Bunu yapanlar yaptıkları işin tabiatta olandan daha üstün olduğunu iddia ediyorlar. Yani hem Allah’ın yarattığını bozuyorlar, hem de “biz ıslah ediciyiz” diyorlar. Yine Allah c.c. Bakara 11’de onları şöyle yalanlıyor: “’Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiği zaman: “Bizler sadece ıslah edicileriz.” derler.”

Onlar ne yaparsa yapsın biz ümitsiz değiliz elbette. Biz samimiyetle karşı durduğumuzda Allah c.c.’in bu oyunu bozacağına inancımız tam. Biz onlar gibi “ıslah ediciler” değil sadece iyiliği emredicileriz. Gerçek ıslah edici olan yalnızca Allah c.c.’dir. Onlar dün ‘Tanrıyı kıyamete zorlamak’tan söz ediyorlardı. Şimdi ise ‘Tanrı’dan önce davranmaktan’ söz ediyorlar. Onlar şeytan ve güneşe tapan sapkınlar. İnsanlığın ortak mülkü olan tohumu kendi mülklerine geçirmek ve herkesi kendilerine bağımlı kılıp kitlesel açlıkla yok etmek istiyorlar. Öncesinde de kısırlaştırarak…

Öncelikle bundan kurtulma konusunda samimi olmak gerekiyor. İstiyormuş gibi yapıp hayatımızda hiçbir şeyi değiştirmiyorsak, bir şey yapmış olmayız. Eğer ülkenizdeki tüm hayvanlara üstelik Fransa’da yapılan deneylerde kansere yol açtığı kesinleşen GDO’lu NK603 kodlu mısırlar yediriliyorsa -ki resmi izinle yediriliyor- siz hâlâ GDO’lu yem yemiş hayvanların et, süt ve yumurtasından vazgeçemiyorsanız, GDO’ya karşı olmanız bir şey ifade etmez. Bilakis destek veriyorsunuz demektir. Herkes en azından inanlar, dinlerinden döndürülme, her türlü işkenceye maruz kalma ve öldürülme riski içindeki Ashab-ı Kehf’in yaptığı gibi ‘en temiz olanı istiyoruz’, diyemesek bile ‘temizi tercih ederim’ diyebilme cesaretini göstermelidir.

Neredeyse her alışveriş sepetinde kutu sütler, hazır yoğurtlar, margarinler, cipsler, şeker, çikolata, bisküviler, kola ve gazozlar, puding karışımları, hazır kek karışımları, sucuk, salam, sosis vb kolayca hazırlanan veya yemeye hazır yiyecekler var. Durum böyle iken insanlarımız bunca yıllık alışkanlıklarından nasıl kurtulacaklar? Yeni bir çıkış nasıl mümkün olabilir?

Bu ürünlerin karanlık tarihi bir yüzyıl bile değil. Binlerce yıl nasıl beslenmiş ve bugünlere gelmişse aynını yine yaparız ve yapmaya mecburuz. Cips, margarin, salam, sosis yemeyince ölen kaç kişi gördünüz. Ama yiyince ölen en azından sağlığını kaybeden milyonlardan söz edebiliriz. Biz medeniyet kurucusu ve tüm insanlığa örnek bir toplumken kendi değerlerimizden kopmuş ve bütünüyle batı(l)nın tüketim biçimini taklit eden bir topluluğa dönüşmüş durumdayız. İnsanların ‘helâl ve temiz’ olan gıdaları israf etmeden tüketme hakları vardır. Fakat artık insanlığın ve çevreyi kirletici endüstriyel ürünlerle sağlıklı bir hayatın sürdürülemez olduğu görmek zorundayız. Türkiye’de herkes her gün, bir adet peti çöpe atsa sadece 75 milyon peti çöpe atmış olmazsınız. Bu bir o kadar petrol kaybı, ekonomik maliyet her şeyden önemlisi de çevre felaketine yol açarsınız. Çevre felaketi dediğiniz şey, bir süre sonra sofranıza gelen zehir demektir. Yani çöp diye attığınız şey, bir gün sofranıza ‘gıda’ görüntüsüyle gelir, geliyor. Bu insanî bir davranış olabilir mi? İnsanlık veya diğer canlılar buna daha ne kadar dayanabilirler?

Ben yüzlerce konferansa katıldım ve katılıyorum. Her gittiğim yerde: Hiç ilaç kullanmayan var mı? Hiç aşı olmayan var mı? Kaç kişi ameliyat oldu? şeklinde sorular yöneltiyorum. Her birinde hüsrana uğruyorum. Yaşları 12 ile 16 olan 20 kişilik bir öğrenci grubuna bu soruları sorduğumda: Aşı olmayan ve ilaç kullanmayan hiç çıkmadı. 4 çocuk diyabetti. Biri kanser tedavisi görmüştü ve erken teşhis olduğundan kurtulmuş olduğunu söyledi. 7 çocuk ise çeşitli ameliyatlar geçirdiklerini söylediler. Aynı soruları 50 yıl önce sorsaydık. Toplumun yüzde 90’nı hem aşı olmadığını, hem ilaç kullanmadığını yüzde 99’u’da ameliyat olmadığını söylerdi. Ama o insanların en az yüzde 90’sı hiçbir sağlık sorunun olmadığını da söylerdi. Peki, her türlü ambalajlı ürünü tüketmemize, onlarca çeşit aşı yapılmasına, kutu kutu ilaçlar yutmamıza, toplumun yarısının ameliyat olmasına karşın, nasıl olurda insanlar bu denli sağlıksız olabilir? Burada yanlış giden bir şey yok mu sizce de? Peki, bu durum nasıl ‘medenilik’ olabilir? Bu medenilikle elli yıl öncesi ilkellik miydi? Oysa ben bu medeniyet yerine elli yıl önceki ilkelliği tercih ederdim.

Ruh veya beden sağlığı bozuk insanlar bu dünyaya, insanlığa veya kendilerine nasıl bir yarar sağlayabilirler? Bu denli sağlıksız bir nesilden nasıl sağlıklı bir nesil neşet edebilir? Sizce de bir şeyler yanlış gitmiyor mu?

Anlattığınız fotoğraf elbette çok şeyin yanlış olduğunu gösteriyor…

Bu gidişin savunulacak bir yanı yoksa ısrar etmek akıllı bir davranış olamaz. Girdiğimiz yol çıkmaz sokaksa, yol bitti diye duvara toslamaya gerek yok. Akıllı varlıklar bir şey yanlış gidiyorsa yolu değiştirmesini bilmelidir. Endüstri daha kolay ürün üretiyor olabilir. Niteliksiz ürünleri daha ucuza kolayca temin etmemizi sağlıyor olabilir. Ama unutmayınız hiçbir şey bedelsiz değildir ve aradı farkı sağlımızla, dünyayı ve gelecek nesilleri kaybederek ödüyoruz. O halde fıtratıyla oynanış ticari tohumlardan, evreni kirleten zehirli tarım kimyasallarından, gıdanın temiz olma vasfını ve besleyiciliğini yok eden yöntem ve katkılardan vazgeçip, öze dönmemiz gerek. Birileri çıkıp bunun imkânsızlığından söz edebilir. Denedik mi ki imkânsız olduğu yargısına vardık. Saha çalışmaları gösteriyor ki, geleneksel yöntemler uygulandığında, yüzde 70 ila yüzde 500 arasında daha fazla verim alınıyor. En az yüzde 30 daha ekonomik maliyet var. Çevre dolayısıyla toprak, su ve ürünü kendisi kirlenmiyor. Karbon salınımı azalıyor. İstihdam artıyor, toprak el değiştirip küresel şeytani şirketlerin veya bankaların ellerine geçmiyor. Kur’an sık sık bize ‘düşünmez misiniz’, akletmez misiniz’ diyor. Peki düşündüğümüz ve aklettiğimiz söylenebilir mi?

Kitaplarınızda Tarım ve Sağlık bakanlıklarına ciddi eleştiriler yöneltiyorsunuz neden? Görevlerini yapmıyorlar mı? Mesela gıda ürünlerinin çoğunda ‘Tarım Bakanlığı’nın izni ile üretilmiştir’ deniliyor. Oysa siz endüstriyelden uzak durun diyorsunuz. Zararlı ise neden izin veriyorlar? Burada sorun nereden nasıl şekilde kaynaklanıyor?

Her işletme özel bir muafiyeti yoksa belediyeden işletme ruhsatı almadan işyeri açıp işletebilir mi? Açamaz. Açar ve yakalanırsa belediye gereken cezayı uygular. Gıda üretecekseniz de ilgili bakanlığa gidip, ‘ben şu gıdaları üreteceğim’ diye beyanda bulunuyorsunuz. Oda size bir üretici numarası veriyor ve gönderiyor. Şimdi üretici numarası aldınız diye ürününüz kaliteli ve sağlıklı mı oluyor? Bakanlık izniyle üretim demek, bundan ibarettir ve kaliteyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bir avantajı vardır. Bakanlık üreticiye kolay ulaşır ve denetleme imkânı artar. Bu gerekli bir işlemdir ve neden vardır şeklinde bir itirazımız yok. İtiraz ettiğimiz nokta bakanlığın veya üreticilerin bu yöntemi bir kalite veya sağlıklılıkmış gibi sunmasıdır.

İzin vermeye gelince, malum bu ülkede alkol üretmenize de, sigara üretmenize de, kumar oynatmanıza da, tefecilik yapmanıza da devlet izin veriyor hatta kendisi yapıyor. Şimdi ‘devlet bunlara da izin veriyor veya üretiyor, o halde bunlar yararlıdır mı’ diyeceğiz? Modern devlet insan odaklı değil, ekonomi odaklı faaliyet yapar. İnsan sağlığını değil, ekonomik büyüklüğü önceler. Devleti yönetenleri ekonomik güçleri nedeniyle yerel ve küresel büyük şirketler bir şekilde kontrol eder, yönetir veya yönlendirir.  Bunu değiştirmediğiniz müddetçe devletten iyilik beklemek saflık olur. Devlet kanun çıkarır, bir de bakmışsınız birçok hakkınız elinizden alınmış ve büyük güçlere devredilmiş. Siz sehven bir suç işlerseniz hayatınızı karartır fakat ekonomik gücü olan insanlığın hayatını karartır ama haklı çıkar. Adaletin sadece adliye saraylarının duvarından asılık olmaktan öte bir anlam taşımayan devletleri eleştirmeyip alkış mı tutalım? İnsanlığın ortak mülkü geleneksel tohumu ve yöntemi yasaklayıp küresel şirketleri mülkü haline getirilmiş, bu kötü tohumları zorla ektiren devleti eleştirmeyip de alkışlayalım mı?

Böyle bir yapıdaki devletin bakanlığı, hegomonik yapıyı bırakıp beni, sizi mi koruyacak? Doksan yılda bu devletin Tarım Bakanlığı, batıdan tercüme ettiği ve dikte ettirilerek çıkartılan mevzuatın dışında tek satır bir hayırlı eylem yaptığını gösterebilir mi ki, alkışlayalım? O kendi yaptığını mutlak doğru, eleştireni ise mutlak düşman olarak gören bir yapıdır. Bu nedenle bizim yaptığımız, hem ülkenin, hem de insanlığın hayrı için kardeşçe ve insani bir eleştiri olup, mevcut siyasi iradeye yönelik bir eleştiri asla değildir. ‘Müslüman haksızlık karşısında dilsiz şeytan’ olamaz. Eğer hata yapan sizden biri ise onu diğerine oranla daha fazla eleştirerek, emri bilmaruf görevinizi yapmanız ne zamandan beri Msülümanlar arasında suç sayılmaya başladı? Aksi durum, hem o kardeşinize, hem de kendi nefsinize yapabileceğiniz en büyük kötülüktür. Biz böyle inanıyoruz ve eleştirilerimizi de bu minval üzere yapıyoruz. Bilene eleştiri altın tepside sunulmuş bir ödüldür.

 Kitaplarınızda Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen ‘helâl ve temiz’e ait sık sık vurgu yapılıyor. Sizce nedir ‘helâl ve temiz’? Nasıl anlamalıyız bu emri?

Kur’an-ı Kerim gıda söz konusu olduğunda ‘halalen tayyiben’ yani ‘helâl ve temiz’ kelimelerini kullanır. Çoğu kez de yalnızca sadece ‘temiz’i tercih ettiğini görüyoruz. Helâl konusu tamam, peki ya temizden murat nedir? ‘Manevi kirler mi? Basit maddi kirleri mi? Kimyasal kirler mi? Biyolojik / genetik kirler mi? Sentetik işlem ve kirler mi?’ Kur’an cihan şümül bir kitapsa ve içinde yaşadığımız asrın sorunlarına da cevap üretiyorsa -ki öyledir-, temizi sık kullanmasının bir anlamı olmalıdır. Bizde gıdanın gıda olma vasfını bozan, ondan beklenen faydayı azaltan, onu elde etme uğruna diğer canlıları yok eden, zarar veren, inciten her şey bu kapsama girmesi gerekmez mi? Yani temizden kasıt bunları hepsidir diye düşünüyoruz. Ama ne yazık ki günümüz fıkıhçıları ve Müslümanları, helâl ve temiz gıdayı sadece hayvan kesimine, domuz ve sarhoş edicilerin olmamasına indirgemiş durumdalar. Bazıları ise ‘domuz işlem görünce helâlleşir’ gibi mesnetsiz fetvalar vererek domuz tüketimine meşruiyet sağlıyorlar. Bu tür yaklaşımlar domuzla imtihanımızda başarısız olmamıza yol açıyor. Yediğimiz içtiğimiz ürünler, bizim sağlımızı bozuyorsa, sahi bu helâl midir, değil midir? Akif merhumun ifadesiyle Kur’an ölülerin başında okunmak için mi indi? Kur’an, bizim yeme içmemizde dâhil her adımımızı düzenler. Gıda insanoğlunun ilk ve en büyük imtihanıdır. Dolayısıyla ilk kaybettiği sınavıdır da. 20’nci asrı kaybetmemizin temel nedeni, midemizi haram şüphelilere alabildiğine açmamız yüzünden olsa gerektir. Midemizi temizlemeden 21. veya sonraki yüzyılları ve ebedi hayatımızı kazanmamış imkânsızıdır. Helâl ve temiz üzerinde duruşumuzu ana nedeni de budur?

Kitaplarınızda  ‘hastalıklardan, şişmanlıktan, oburluktan, hedonizmden, haramdan, bencillikten ve hatta kısırlıktan kurtuluş reçetesi!’ deniyor.  Obezitede dünya 8’incisi, Avrupa 1’incisi olmuşuz. Bunu nasıl başardık? Milli Eğitim Bakanlığı’nın kantinlerde gazlı içecek ve hamburger satışını yasaklaması bu anlamda iyi bir gelişme sayılabilir mi?

Her yemekten önce Araf Suresi 31. Ayet-i Kerimesi’ni yani “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” okuruz. ‘Yiyiniz içiniz’ kısmına sona kadar uyarken iş ‘israf etmeyiniz’ bölümüne gelince kör sağır ve dilsizleşiveriyoruz.  Daha sonrasını ise hiç mi hiç görmeyiz. Ashab-ı Kiram’dan ‘şişman’ biri var mıydı? Kaynaklar bize kesinlikle olmadığını belirtiyor. Bolluk zamanlarında da yokluk zamanlarındaki gibi ölçülü tükettiklerini biliyoruz. Çevremize dikkatle bir bakalım, sabah kalkar kalmaz başladığımız yeme içme faaliyetine uyuyana dek otururken, çalışırken, sohbet ederken, yürürken, araç kullanırken aralıksız sürdürüyoruz. Bir ölçümüz var mı? Yok. 20 ton taşıma kapasitesi olan bir kamyona sürekli 25-30 yon yüklerseniz bu kamyon ne kadar güvenli ve verimli olabilir? İnsan midesinin ve sindirim sisteminin de bir kapasitesi var. Allah c.c. bunu aşacağımızı bildiği için yılda bir ay dinlenmeye alıyor. Bu ayda bile 11 aydaki gibi yiyip içtiğimizden fazla yiyoruz. Oruç tutup da zayıflayan kaç Müslüman var çevremizde? Ya aynı kiloda çıkıyoruz ya da kilo almış bir şekilde. Biz obez olmayalım da kim olsun?

MSG (E621) gibi dünyanın en tehlikeli katkı maddelerini bile izin verilen ve sorumsuzca önüne gelen her üründe kullanılan bir maddeyi tüketen ülkenin insanları obez olmayıp da kim obez olsun? Bir ülke düşünün kişi başına yıllık gelir 110 dolar olsun, buna karşın sizin ülkenizin yıllık kişi başına sağlık harcaması 600 doları geçmiş olsun. Yıllık tükettiğiniz ekmek üç beş ülkenin gayri safi hâsılasına denk veya çöpe attığınız milyonlarca insanı doyuracak kadar olsun. Bu kantar bu yükü daha ne kadar çekebilir? Biz nasıl Müslümanlarız?

Bakanlığın yasaklaması elbette önemli bir adımdı ve bizzat Sayın Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer beyi bu hayırlı adımı için tebrik ettim. Lakin bu yılın başında geri adım atmak istediler. İçerden sağlam haber gelince sert bir tepki ortaya koyup, şükür engelledik. Ama bu adım asla yeterli değil. Mesela ben okul kantinlerinden aç kalsam bir lokma bir şey yemem. Çünkü raflardakilerin beklide en sağlıksızları burada. Gelişim çağındaki gencecik bedenler devlet eliyle zehirleniyorlar ne yazık ki.

Artan bilinç sayesinde helâl gıda talebi büyüdü ardından ‘helâl sertifika’lı ürünler arzı-endam etmeye başladı pazarlarda. Bazı kimseler ise ‘helâl sertifika rekabete aykırıdır’ diye itiraz ettiler. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Helâl sertifikalı ürünler soruna çözüm olabilir mi?

Bu konudaki görüşlerimizi ‘Şeytan Ye Diyor’ kitabında detaylı bir şekilde izah etmiştik. Helâl sertifika sisteminin çıkış amacı, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde Müslümanların yiyebileceği ürünleri işaretlemekti. Yahudi kaşherinden hareketle çıkan bu uygulama günümüzde tüm ülkelerde bin dolayında kuruluş veya şahıs tarafından verilen bir basit belgeye dönüştü. Önce birileri çıktı ‘helâl gıda pazarı 2 trilyon dolardır ve buradan pay almalıyız’ dedi. Bunu duyan helâl sertifika almaya veya vermeye başladı. Niye bozuldu, iş pazardan pay almaya endekslendi. En hassas olanları bile GDO’lu ürünlere helâl sertifikası verdi. Her türlü zulme maruz bırakılan ve hemen hepsi Amerikan şirketlerinin tescilli genetik ürünü olan sözde tavukları aklandılar. Eleştirilere de ‘biz kesimine sertifika veriyoruz’ gibi mazeretler üreterek işi içinden çıkılmaz bir hâle dönüştürdüler. ‘Helâl sertifika, rekabete ayrı diyenler’ bile gidip bunu aldılar. Yani veren memnun, alan memnun. Bira’ya bile helâl sertifika verildi. Şimdi ise bu sözde pazardan pay almak için AB bile helâl standardı hazırlıyor. Tüketici helâl tüketmek isterse sorun kendiliğinden çözülür. Asıl sorun, Müslümanların helâl tüketmek gibi bir kaygılarının yeterince olmamasındadır.

Gazlı içeceklerde alkol bulunduğunu siz Tüketiciler Birliği yöneticisi iken ortaya çıkarmıştınız. Ve o zaman sektörün çok güvenilir(!) şirketleri kıyameti koparmıştı. Nedir son durum gazlı içeceklerde?

Uluslararası Kodeks, AB mevzuatı, helal sertifika dağıtan TSE’nin standardı, Türk Gıda Kodeksi yani hepsi içeceklerin litresine 3 ila 5 gr arasında alkol eklenmesine izin veriyor. Buradan hareketle yaptırdığımız farklı analizlerde, istisnasız tüm markalarda, alkol olduğunu tespit etmiştik. Aromanın girdiği her ürüne alkol girmek zorunda. Çünkü aroma alkolle taşınıyor. Ayrıca en ekonomik çözücü. Birkaç farklı ürünü sıvı şekilde olarak karıştıramazsınız. İşlem bittiğinde her madde ayrışır. Bunların homojen bir karışım sağlaması için bir çözücü gerekir. Alkol dünyanın en başarılı ve en ucuz çözücüsüdür. Alkolün bir başka özelliği de, ürüne özel bir tat verip ve bağımlılık yapmasıdır.

Bütün bunlar birleşince üretici için vazgeçilmez bir katkıya dönüşür. Müslüman bir ülke olup olmamanız da hiçbir önemi kalmaz. Bizim yaptığımız bunu laboratuarlarda analiz ettirip varlığının tespit ettikten sonra teşhir etmekti. İlk yıl firmaların pazarı ciddi oranda düştü. Ciddi tepkiler ortaya çıktı. Farklı çevreler tartıştı. Fakat hâlen mevzuat hazretlerini izniyle ‘yasal’ olarak eklenmeye devam ediliyor. Devleti idare edenler bile bunun kendiliğinden oluşan ‘alkol’ olduğu şeklinde bir gerçek dışı beyanda bulunuyorlar. İyi ama neden reçelde alkol yok veya ona izin verilmiyor? Meyveden kaynaklı olduğu iddia ediliyor. Bu da yalan. Çünkü meyvede alkol oluşmuşsa çürüme başladığı içindir. Hem içeriğine katılan diğer katkılar, hem alkol, hem de sağlığımızı tehdit ettikleri için bu içeceklerden uzak durmak gerek. Özellikle obezite ve diyabet başta olmak üzere birçok soruna yol açtıkları kesin bir şekilde ispat edilmiştir. Ayrıca cinsel sorunlara yol açtığını da unutmamak gerek.

Tatlandırıcılardan, katkı maddelerinden başladık, unla devam edelim. Türkiye’de üretilen ekmeğin de sağlıklı olmadığını söylüyorsunuz. Ekmek tüketiminin çok yaygın olduğunu düşünürsek insanlar ekmeği nasıl temin etmeli ve nasıl tüketmeli?

Ekmek deyince ilk akla Anadolu insanı gelir. Çünkü biz dünya ortalamasının 5 katına yakın ekmek tüketen bir toplumuz. Buna karşın dünyanın en kalitesiz ekmeğini tüketiyoruz ne yazık ki! Buğday hiçbir işlem görmeden una dönüştürülmeli ve besinin yüzde 92’sini barındıran kepek ve rüşeym undan ayrılmamalıdır. Oysa bizde unların yüzde 95’den fazlası beyaz un yani besin değerinden yoksun bırakılmış undan yapılıyor. Valsda gördüğü yüksek ısı, un ve ekmek yapılırken eklenen katkı maddeleri, derken un ve ekmeğiniz şifa yersine derde dönüşüyor. Bizdeki ekmeğe nereden bakarsanız bakın sadece fiziki açlığınızı gideren ama biyolojik olarak aç bırakın bir ürün çıkıyor karşınıza. Böyle bir ürünü mükerrem olan insana nasıl ‘tüket’ diyebiliriz. Ayrıca kötüyü satın almak veya tüketmek kötülüğe pirim ve desteklemektir. Çağımız insanına ‘evde kendin ekmek yapabilirsin’ demek hakaret gibi geliyor. Bir düşününüz gaz ve elektrikler kesilse ve üç beş gün gelmese bu millet açlıktan ölecek mi? Emin olun, bir hafta böyle olsa kötü şeyler olur. Ekmek yapmayı unutmuş bir millet haline dönüştürüldük. Hiç olmazsa çalışmayan kadınlar ekmeği evde yapmalı. Çalışmayanlar veya yapamayanlar ise İstanbul Halk Ekmeğin Organik Tam Buğday Ekmeği’ni alabilirler. Halk Ekmeğin diğer ürünleri ile diğer markaların tam buğday unu denilen undan yapıldığı iddia edilse bile katkı maddesine dönüştürülmüş bu tür hiçbir ürün tüketilmemelidir. Sağlıklı ekmeğe geçersek, diyabet oranımız azalır en azından bu denli artmaz, hakeza kalp damar sorunları, obezite ve şişmanlık, sindirim soyunu yaşayanlar vb azalır. Belki kanser bile…

İyi ama doktorlar neden bu öneriyi getirmiyorlar?

Sayısı az da olsa getiren doktorlar var. Şunu hemen belirtelim ki, günümüzde tıp fakültelerinden beslenme, dolayısıyla koruyucu/önleyici hekimlik eğitimi verilmemekte. Varsa yoksa tedavi, ilaç veya ameliyat. Oysa aslolan hastalığa yol açan nedenleri ortadan kaldırmaktır. Hastalandığınızda doktora gidiyorsunuz, hemen reçete yazmaya başlıyor ya da ameliyat olman gerek diyor. İyide hastalığa yol açan nedeni ortadan ilaç veya ameliyatla sorun çözülür mü? Çözülmez, sadece ötelenir. Ne yapmalı doktorun ilk işi nasıl beslendiği, hangi ortamda yaşadığı, sorunları gibi meseleleri irdelemesi lazım. Günümüz doktorunun önemli bir bölümü ne böyle düşünüyor, ne buna vakti var, ne de böyle bir eğitim almış. Haksızlık yapmayalım ki buna alışan hastada bir ana evvel reçetesi yazılsın ve ilaç kullanmaya başlasın istiyor. Bir kısım insan da var ki, ameliyat olmaktan adeta zevk alıyor. Sorun çevrenize toplumun yarısına yakını bir veya birkaç kez ameliyat olmuş veya edilmiş ama hastalığı bir şekilde devam ediyor. Böyle bir toplum nasıl medeniyet inşa eder, nasıl düşünce geliştirir, nasıl teknoloji üretir, nasıl iddia sahibi olur?

Biraz temas ettiniz ama ben tohum meselesine yine dönmek istiyorum. Çünkü bu konuda da ilginç tespitleriniz ve eleştirileriniz var. Tohumu biraz daha açsanız mesela Türkiye tohum konusunda İsrail gibi ülkelere bağımlı deniliyor. Ama çeşitli makamlar bunun aksini söylüyor. Nedir durum?

Endüstri ve endüstrinin adamları tohumu atalık yani eski, hibrit/F1 ve GDO’lu olmak üzere üçe ayırıyorlar. Biz bunu reddediyoruz. Tohum fıtratıyla oynanmış ve fıtratıyla oynanmış olmak üzere iki şekle sokulmuştur. Fıtratıyla oynanmamış olan Allah’ın yarattığı şekliyle bin yıllardır var olan ve var olmayı sürdürecek olan tabiî türlerdir. Tohumun mülkiyetini ele geçirmek isteyen egemen küresel güçler, nüfus ve kuraklık gibi bahaneler üreterek tohum yapısıyla oynayıp kısırlaştırdı, tescil etti ve mülkiyetine geçirdi. Eski kadim tohumları kötüleyerek kendi kötü ürünün pazarlamaya çalışıyor. Bunun içinde siyaset, bürokrasi ve akademik bazı yapıları da amacına araç yapıyor.  

Ekonomi Bakanlığı, Tarım Ürünleri Daire Başkanlığı’nın Tohumculuk 2012 Sektör Raporu’nda Türkiye’nin hangi ülkelerden ne kadar tohum ithal ettiği verilerine yer veriliyor. Bunlardan bir kısmını size takdim edeyim. Buna göre 2011’de Türkiye ithal ettiği tohumların yüzde 11,4’nü İsrail’den yapmış. Sonra çıkıp ‘Türkiye İsrail’e bağımlı değil’ diyorlar. Halkı bu şekilde yanıltabilirler ama bizi asla yanıltamazlar. Türkiye 75 milyon, İsrail’se 7 milyon. İsrail’in işgal ettiği toprak Türkiye’nin bir vilayeti kadar. Ama biz bunca tohumu İsrail’den alıyoruz. Yazık değil mi bu ülkeye?


Şimdi diyorlar ki: Tohumumuzun yüzde 95’ini kendimiz üretiyoruz yani yerli. Tohum pazarının mutlaka hâkimi Monsanto vb yapancı sermaye şirketleri Türk Ticaret Kanunu’na göre yerel şirketlerini kurunca hemen tohum birden yerli oluveriyor. İstatistiği yalanınıza alet ettiniz mi böyle oluyor işte. Bu ülkede 2006’da çıkarılan tohum kanuna göre ürettiğiniz hasadınızın tohum olabilecek nitelikli kısmı tohum olarak satamazsınız. Gelip el koyarlar, imha ederler, imha faturası gönderirler, sonra da savcılığa sevk ederler.  Sertifikalı ticari tohum ekmezseniz tarım desteği alamazsınız. 93 tondan fazla hasat elde ediyorsanız her şartta sertifikalı hibrit tohum ekmek zorundasınız. Kimin ne söylediğinden ziyade, gerçeğin ne olduğuna bakmalı. Tohumların dolayısıyla yaşamın mülkiye el değiştiriyor, birileri de buna alet oluyor. Onların sözcülüğünü veya taşeronluğunu yapıyor. Tohum, fıtratıyla oynanıp, şirket mülkü olduktan sonra benim olsa neye yarar, Amerikalıların veya onun bunun olsa neye yarar? Aslolan şeytana oyununa alet olmamaktır. Olduk ama hâlâ geri dönüş şansımız var. Bir on yıl sonra olmayabilir diye korkuyorum.

Sizin eleştirilerinize yönelik az sayıda da olsa eleştiriler geliyor. Somut bir çözüm önerisi getirmediğinizi söyleyenler bile var. Sahi hiçbir çözüm öneriniz yok mu, sadece eleştiriyor musunuz?

Biz tehlikeye dikkat çekiyoruz. Biz insanlara diyoruz ki: Bak bu insanı öldürüyor. Öldürmeye çalışanda falan. İnsanlar bize ya hiç umursamıyor ya da bizi sorumlu tutuyor. Yani herkes halinden çok memnun ve bizim gibi sorunu gösterene, uyanması için çabalayana ya kızıyor ya da ‘çözüm üret’ diyor. Bu bir yüzyılda kirlendi veya bozuldu. Bir günde düzelmez. Bu bir ikincisi ise adama bu bombadır sakın eline alma alırsan ölürsün diyoruz. Ama ‘ben alırım sana ne’ diyorsa ne yapabilirsiniz? Elbette çözüm önerilerimiz var. Bu konuda hiçbir ticari amacı olmayan bir sertifika yani geleneksel sertifikasını geliştirdik. Marka ve yönetmeliği tescil edildi. Uygulama sürecine başladık.

Nedir bu ‘geleneksel sertifika’ biraz açsanız?

Geleneksel sertifika yündeki ‘wolmark’ gibi bir garanti markası uygulamasıdır. 5+ temel ilkeden oluşuyor. Ürün fıtratıyla oynanmamış yani tabii tohumlardan, tarım kimyasalı kullanmadan üretilmiş, katkı maddesi eklenmemiş, endüstriyel işlem görmemiş ve ışıl işlem denilen radyasyon verilmemiş olması şartıyla bu sertifikayı alıp, ‘gelensel logosu’nu kullanabilecek. Artı olaraksa ambalajının sağlıklı olması şart. Buna, şartlara veya sektöre göre ilave artılar getirebiliriz. Bunu alabilecek üretici ile bunu arzulayan tüketiciyi buluşturmaya çalışacağız. İşte bu bir çözüm adımıdır. Hiçbir ticari amacı olmayan bu çabaya tarafların destek vermesi lazım.

Kitabınızda ‘İslam ekonomisini birkaç cümle ile izah et deseler şöyle izah ederim’ diyorsunuz. Bu izah bir kez daha alabilir miyiz sizden? İslam ekonomisi nasıl bir ekonomidir?

Dünyada arz ve talep ekonomisi olmak üzere iki tip ekonomi vardır. Günümüz insanı aynı zaman israf ekonomisi olan arz ekonomisinin kölesi durumundadır. Önüne konan her şeyi hiçbir açıdan sorgulamadan alıp tüketiyor. ‘Dikkat! Ette zehir var’ diyene de düşman kesiliyor günümüz insanı. Diğer ekonomi de ise siz arzı tüketmeyip talebin devreye girdiği ekonomik model. Bu model de İslam’ın şart koştuğu israf ya yoktur, ya da minimuma inmiştir. İnsanlar her şeyi almazlar. Bu nedene ihtiyaç olmayan hiçbir şey üretilmez. Bu modelde üretici sadece toplumun zorunlu ihtiyaçlarını, unun inanç ve kültürüne uygun şekilde üretir ve satar. İnsanın da içinde yer aldığı kâinatta israfın yapılmadığı, zarar verici hiçbir şeyin üretim ve tüketimine izin verilmeyen, arz yerine ihtiyaca dayalı sis­temdir İslami ekonomik model. Bu insanî ve ahlakî düzeni kurmak hepimizin elinde ve sorumluluğundadır.

Hz Peygamberin kurduğu ‘Medine Pazar’ına da vurgular yaptığınızı görüyoruz eser ve makalelerinizde. Peki, Medine Pazar’ıyla Hz Peygamber ne amaçlamıştı ve bu gün böyle bir pazar inşa etmek mümkün mü?

Bilirsiniz ki Allah Rasülü (s.a.v.) Medine’ye hicretinden sonra Ensar ve Muhacirleri kardeş ilan etmiş, Mescid-i Nevi’yi inşa etmiş, nüfus sayımı yaptırmıştı. Bunun yanı sıra da ‘Medine Pazarı’ denilen pazarın oluşumunu sağladı. Tıpkı bugün olduğu üzere o günün Medine’sinde ticarete Yahudiler hâkimdi ve çarşı pazarlar onların elindeydi. Bu nedenle gariban, zulme uğradığı güçlülerin gasplar yaptığı yani ahlaken tıpkı bugünkü gibi tefeci bir ticaret sistemi uygulanıyordu. Hz Peygamber sadece Müslümanların mal satabildiği ve adına “Medine Pazarı” denilen bir pazar kurdu. Efendimizin s.a.v’in iki temel amacı vardı:  İlki herkesi ticareti hile üzerine inşa etmiş olan Yahudilerin zulmünden kurtarmak. İkincisi de İslam ahlakıyla donatılmış Müslüman tüccar yetiştirmek.

İşte “Bizi aldatan bizden değildir” Hadis-i Şerif’i bu pazarda sadır oldu. Günümüzde dünya ticaretini Yahudiler veya Yahudileşmiş zihinler hâkim. Düzen sadece menfaat üzerine kurulu. Tefecilik devlet izni veya eliyle yapılıyor. Müslümanlarda bu kirli yapının içine alabildiğinde girmiş hatta kaybolmuştur. ‘Müslüman tüccar ahlakı’ diye bir şeyden bahis bile edilemez olmuş. Bugünün Müslüman üreticisi ile Müslüman olmayan üretici veya Müslüman satıcısı ile Müslüman olmayan satıcı arasında zerre miskal fark kalmamış sanki. Aldatmaksa ikisi de birbiriyle yarışıyor. Medine Pazarı diye yola çıkıp Karunlaşmayacak, burşuvazileşmeyecek, zulmektemeyecek, zihinsel olarak Yahudileşmeyecek bir Müslüman tipine veya örgütlenmesine ihtiyaç var. Medine Pazarı ve Hılful Fudul’a vurgumuz bu nedenledir ve bunları yeniden tesis etmek mümkündür. Gerçekleşene dek vebal hepimizindir.

Son olarak şunu sormak isterim: Ümit var mısınız. Geri dönmem mümkün mü?

Ümitsizlik Müslüman’ın şiarından değildir. Bizim görevimiz değiştirmek değil. Buna gücümüzde yetmez. Biz doğru olduğunu bildiğimiz söyler ve imkânımız ölçüsünde yapabileceğimizi yaparız. Değiştirip değiştirmemek Allah takdiridir. Allah c.c. ‘Başınıza gelenler, yapı ettikleriniz yüzündendir’ buyurur. Bir topluluk arzu ve gayret etmedikçe olumlu veya olumsuz bir değişime uğramaz. Bizim görevimiz bir taş alıp atmaktır. Hedefe varıp varmaması bizim sonumuz değil. Bizim görevimiz bir söz söylemektir. Tesir edip etmemesi samimiyetimize ve söylediklerimizi kendi nefsimizde yaşayıp yaşmamamıza bağlıdır. Biz hak edersek, Allah diler. Allah-ü Teâlâ dilerse O’nun gücü karşısında hiçbir güç direnemez. Hep ümit varız. Biz görmesek bile bir gün mutlaka o gün gelecek. İnşaallah gelecek! İnşaallah mutlaka gelecek!



Yorum Yap
Diğer İçerikler