Bu mülakat Altınoluk Dergisinin Şubat 2020 tarihli 408. sayısında neşredilmiştir.
Bakara suresi 205. Ayet-i kerime de Rabbimiz yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan, ekin ve nesli yok etmeğe çalışmaktan söz ediyor Bu ayetin ışığı altında GDO’yu nasıl değerlendirmemiz gerekir, GDO yeni bir şey midir?
GDO, genetiği değiştirilmiş organizma demektir. Bir canlı olarak insan olabilir, hayvan olabilir, bitki olabilir, mantar, virüs, bakteri olabilir. En basit tarifiyle GDO, kâinatta var olan herhangi bir canlıların fıtratını, yaratılma biçimini değiştirmek demektir. Canlının yaradılışındaki murad-ı ilâhiyeye aykırı olarak onun üzerinde biyolojik müdahalede bulunmaya biz genetik müdahale diyoruz. Bakara 11-12, Bakara 211, Nisa 119. Gibi pek çok Ayet-i Kerimede bu hususa temas edilir.
Suâlinizde zikrettiğiniz ayeti kerimedeki ‘hars’ kelimesi mealcilerimiz tarafından ‘ekin’ diye tercüme ediliyor. Hâlbuki bu kelimeye Sahabe-i Kiram, Tâbiîn ve ilk dönem uleması tarafından nasıl mânâ verildiğine bakmadan sadece günümüz mealcilerinin verdiği ‘ekin’ kelimesi üzerinden okursak nakıs olur, eksik olur. Ekin doğrudur ama yeterli değildir. Hars kelimesiyle ilgili eski eserlere, şerhlere baktığımız zaman bu kelimenin fıtrat ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Yani yaratılma biçimiyle ilişkili olduğunu daha da ileriye giderek erkeğin spermi, kadının yumurtası (hem insanlar hem hayvanlar için), tohumun rüşeymi, tohumun kendisi, toprak gibi pek çok canlıların üreme görevlerini ifa eden unsurları belirttiği anlaşılır.
TOHUMUNU KISIRLAŞIRMAK İNSANI KISIRLAŞTIRMAKTIR
Burada bize en kapsamlı izahı Râgıb el-Isfahânî yapar. ‘Hars’ kelimesinden sonra ‘nesl’ kelimesinin geldiğini dikkate alırsak, iki kelimenin ard arda gelmesi son derece manidardır. Mânâsı daha derin ve tamamlayıcı hale gelir. Neslin mahvedilmesi elbette o canlıların neslini devam ettirecek üreme unsurlarının tahrif edilmesiyle ortadan kaldırılması ile ortaya çıkar. Mesela bugün hibrit tohum dediğimiz tohumların üreme organları yok edilmiştir. Dolayısıyla bunlardan elde ettiğiniz tohumlar kısırdır. Yeniden ekemezsiniz.
Hibritçiler ki bunun içerisinde en mütedeyyin olarak zikredebileceğimiz Müslüman genetikçiler ve ziraatçiler ‘hibrit’i genetik müdahale olarak görmezler. Hâlbuki bir canlıyı kısırlaştırıyorsunuz, hem onun bir fonksiyonunu çıkartıyorsunuz, hem de içindeki unsurlardan birini yok ediyorsunuz. Sonrada ‘genetik müdahale değil’ diyorsunuz. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bunu yapanlar ya cehaletten ya da ihanetten yaparlar.
Genetiği değiştirme, müdahale etme konusunu illaki dışarıdan başka bir unsuru onun içine dâhil etme şeklinde tanımlayarak bizi aldatmaya çalışıyorlar. Ancak bunu saflara, ahmaklara inandırabilirler, yoksa basiretli insanları, ferasetli insanları aldatamazlar. Genetik müdahale canlının yaratılma biçimine yapılan her türlü müdahaleyi ihtiva eder. O da zikrettiğiniz ayet-i kerimedeki ‘hars’ kelimesiyle tamda yerine oturur. Zaten Nisa suresi 119. Ayet-i kerime de şeytanın, “
Onlara emredeceğim de Allah’ın yaratma şeklini değiştirecekler” şeklindeki vâdi ve Allah u Teâlâ’nın bizi bu konuda bilgilendirmesi sonrada kim şeytanın emrine uyarsa o da gazabıma uğrayacak diye beyanı, Bakara suresinde bu tür müdahaleleri yapanların -illaki genetik olması şart değil- fıtrata her türlü müdahaleyi yapanların kendilerini “ıslah edici” olarak tarif ettikleri, hâlbuki bunların ifsad edici olduklarını ayet-i kerimenin bildirmiş olması günümüzdeki tohumcuların da kendilerinin ıslah ettiklerini, bitki ıslahı, hayvan ıslahını hatta insan ıslahından söz etmiş olmaları çok manidardır. Şununla tamamlayalım, genetik müdahale yeni midir!? Evet Mendel ile yani 19. asırda başlamıştır. 1930’lardan sonra büyük bir yol kateder. 2000’lere geldiğimizde de artık ipin ucu iyice kaçmıştır.
EN GÜÇLÜ YALAN İSTATİSTİKLE SÖYLENİR
Biz üniversitedeyken GDO’nun dünyadaki açlığı gidermek için önemli bir gelişme olduğu anlatılıyordu. Dünyada gittikçe artan bir açlık söz konusu, BM ye bağlı gıda ve tarım örgütüne göre (FAO) yaklaşık 1 milyar insan gıdasız kalmış durumda (2017 raporuna göre). Dünyamız da ki açlık maalesef bir gerçek. Peki, GDO’nun açlığı çözeceği iddiası ne kadar doğru?
Birleşmiş Milletlerin verileri doğru değil, dünyada açlıkla mücadele eden insan sayısı 100 milyonun altındadır. Bunlar manipüle edilmiş veriler. Onların açlık algısı New Yorklu bir adamın doyma rakamlarıyla ölçülebilir bir şeydir. Dolayısıyla New Yorklu gibi tüketmiyorsanız aç sayılırsınız. Oradan bakarsanız dünyanın hepsi açtır.
AÇLIK SORUNU DEĞİL PAYLAŞIM SORUNU VAR
Oysa bugün dünyada obez ve şişmanların sayısı 2 milyarı geçmiştir. 2 milyar insan şişman ve obez iken 1 milyar insan aç demek gözümüzün içine baka baka bize ahmak muamelesi çekmek demektir. İkincisi bu konunun üzerinden para kazanmak gibi bir çıkar var. Unesco vs. gibi örgütler ve diğer yardım kuruluşları, bu konu üzerinden duygu sömürüsü yaprak avcılık yapmaktadır. Angolalı, Etiyopyalı, Nijeryalı, Sudanlı, Somalili bir adamın sofrasında 1 çeşit yemek varsa o doyar ve şükreder. Ama İstanbullu bir adamın sofrasında 5-10 çeşit varsa belki doyar. Bir New Yorklunun sofrasında ise her şey olmalıdır. New York’tan kasttettiğimiz, tabi ki New York’un sokaklarında yatanlar değil, varlıklı olanları kastediyoruz. Dünyada açlık sorunu değil paylaşım sorunu var.
Dünyanın varlıkları 1-2 milyon kişinin elinde, bunlar insanların ihtiyaçlarını gidermek yerine sömürmeyi tercih ettikleri için bu konuyu bize karşı silah olarak kullanıyorlar. Eğer GDO’nun açlığı ortadan kaldıracağı tezi doğru olsaydı BM 1960-70’li yıllarda dünyada henüz 120 milyon insan açken (kendi verileri üzerinden) açlık günümüze kadar 10 kat kadar atmış ve açlık çözülmemiştir. Buradaki asıl hikâye şu; tohumun mülkiyetini transfer etmektir, daha doğrusu tohumdan bahsettiğimiz zaman sadece bitki tohumu anlaşılmamalı, insanın, hayvanların tohumu, yani bütün canlıların kendi neslini sürdürme görevlerinin ellerinden alınıp birilerinin tekeline veya insiyatifine bırakılma hadisesidir. Dolayısı ile GDO açlık sorunu çözmez, mülkiyet sorununu meydana getirir, açlık sorununu meydana getirir, kısırlık ve hastalık endüstrisini besler, biri bir birimize düşürür ve insanlığın da bir avuç şeytanın kuklası olmasına neden olur.
GDO HER YERDE, HER ALANDA VAR
GDO’lu ürünlerin üzerimizde ne gibi olumsuz etkileri olabilir. GDO deyince akla genelde gıda geliyor başka alanlardan da GDO’dan bahsedilebilir mi?
Mesela genetiği değiştirilmiş bir inek örneği verelim. Normal bir inek günde 5 litre kadar süt verir, 25-30 yıllık bir ömrü vardır ve ömrü boyunca 25 kadar da yavru verir. Genetik müdahaleye maruz bırakılan bir inek, günlük 20 litre süt verir ancak yaklaşık 4-5 yıl yaşar ve bu yıl içerisinde de en fazla 2-3 yavru verir. Bu ineklerden aldığımız sütün henüz damarlarda işlenmesi tamamlanmadığı için, kanlı bir şekilde memede toplanır. Kan, virüs ve bakterilerin cirit attığı yerdir ve bu süt hastalıklara sebep olur. Bu hayvanın memeleri iki bacağının arasına sığamayacak kadar büyüktür ve hayvan huzursuzdur. Bu hayvan merada otlayamaz, yürümeye mecali yoktur. Bu hayvanın önüne sentetik kimyevî yiyecekler koyacaksınız ve normal beslenmesi yerine 15 saat aralıksız, sentetik ve doyma yetisini yok edici kimyevi maddelerle desteklenmiş gıdaları vereceksiniz ki, onlarda size ‘et’, ‘süt’ olarak geri dönecekler ve siz de bundan besleneceksiniz.
İNEK DEĞİL DERT FABRİKASI
Bu akıllı ve merhamet sahibi bir insanın kabul edebileceği bir şey değildir. Ancak kalbinden merhametin sökülüp atıldığı insanlar bunu yapabilirler. Ne yazık ki, bunu günümüzde yaşayan pek çok Müslüman da kabul ediyor. Bu hayvanı düşünün, cinsî münasebet özgürlüğü yok, elinden alınmış. Çünkü dışarıda döllenen yumurta bu hayvanın rahmine yerleştiriliyor tüp bebek usulüyle. Kendi tabiî usullerle üreme imkânı yok, merada otlama imkanı yok, güneşten istifade etme imkânı yok, havadan istifade imkânı yok, dilediğini yiyip içme özgürlüğü elinden alınmış, bedenini sığdırabileceği kadar dar bir alanda yemek, içmek ve süt üretmek şeklinde fabrikalaştırılmıştır. Bu merhamet sahibi insanların yapabileceği bir şey değil ve merhamet etmeyene merhamet olunmazsa, merhamet edilmeyen hayvandan elde edilecek et, süt, yumurta da size merhamet etmez ancak bela üretir.
HERKES FİLMLERDE GÖRDÜĞÜNÜZ ROBOTA DÖNECEK
Genetiği değiştirilmiş organizmaların en yaygın kullanıldığı alan ilaç ve aşı sektörüdür. Rekombinant DNA teknolojisi denilen bir teknoloji kullanılır ve bu direk hücreye müdahale edebilen bir teknolojidir. 2012 yılında geliştirilen yeni bir teknik var ve bu teknik ile saç kılından 10 kat daha ince içinde sim kartı bulunan ve baz istasyonlarıyla haberleşebilen özel ID’si olan ilaçlar geliştirdiler. 2012 den beri kullanılıyor ama muhtemelen henüz Türkiye de yok. Bu teknoloji sayesinde siz baz istasyonları, cep telefonları üzerinden yönetilebilir hale geliyorsunuz. Kanınızın örneği uzaktan alınıyor, hareketleriniz izleniyor, davranışlarınız izleniyor ve size komut gönderebiliyorlar. Geldikleri yer burası, bunun gizliden uygulanıp uygulanmadığını bilmiyoruz. Ama dünyanın çeşitli ülkelerinde, organ yetmezliği yaşayanlar, diyabetliler, kalp sıkıntısı yaşayanlar, organ nakli yapılanlara bu teknoloji şuan uygulanıyor. Gelinen nokta korkunç ve dehşete düşürücü bir durumdadır. Ancak bu aşılarla her doğana uygulanmaya başlandığından herkes filmlerde gördüğünüz robota dönecek. İşte o gün gerçek kıyamettir.
TOHUMUN YERLÎ VE MİLLÎSİ OLMAZ
Şuan tohum konusunda da ciddi sıkıntılarımız var. Ebter yani kısır tohumlar köylere dahi girmiş durumda. Yerli tohumdan bahsediliyor. Yerli tohumun ne kadarı milî Yerli olmakla iş bitiyor mu?
Şimdi bu yerli ve millî kelimelerini unutun gitsin. Bu tabirler sanayi de kullanılır, tabiatta yerli ve millî diye bir şey olmaz. Tabiat fıtridir ve Allah’ın yaratma biçimiyle devam eder. Siz buna müdahale ettiğiniz andan itibaren yerlisi ve millisi olmaz bu işin. Tohumu kimin ürettiği önemli değil, tohum an’anevi tohumumuz mu, tabi tohum mu biz buna bakarız. Yahudi de üretebilir, ateist te üretebilir, Hristiyan da üretebilir, Müslüman da! Hiç önemli değil. Biz tohumun tabiatına bakarız. Tohumun tabiatı bozulmadığı sürece, Hristiyan üretse de biz onu alırız. Ancak insanlığın tohum üretmesine gerek yoktur. Eğer siz an’anevi/tabiî tohumla ziraî bir faaliyet yapıyorsanız, ürettiğiniz her ürün zaten kendi tohumunu üretir. Siz de hasadınızın en verimli, en nitelikli bazı yerlerinden tohum olarak ayırırsınız ve yeniden ekersiniz. Bunun için ne tohum endüstrisine, ne tohum şirketine, ne ziraatçıya, ne genetikçiye, ne de devlete ihtiyaç vardır. Siz diyelim ki maydanoz üretirseniz, ürününüzün bir bölümünden tohum alıkoyarsınız, yeni seneye tohumunuz hazırdır. Ancak Türkiye’de 1940’lardan bu yana hibrit veya genetiği değiştirilmiş mekanizma devrede olduğu için köylerde tohumların da en az yüzde 90’ı belki de daha fazlası hibrit, ticari, endüstriyel tohumlardır. Dolayısıyla bizim tohumu ithal edip etmememizin bir önemi yok. Burada ürettiğiniz tohumla, ithal ettiğiniz tohum genetik olarak müdahaleye maruz kalmışsa Köln’de üretmişsiniz, Mekke’de üretmişsiniz ya da Bursa’da üretmişsiniz, hiçbir şey fark etmez. Bizim bir tohum meselemiz vardır, o da tohumumuzun çalınma meselesidir. Yerlilik ve millilik meselesi değildir.
GÜNÜMÜZ ÜNİVERSİTESİ ŞEYTANIN DEĞİRMENİNE SU TAŞITTIRAN YERDİR
Tohumunda genetiği ile oynandı maalesef. Şuan büyük firmaların tescil altına aldığı tohumlar söz konusu. Bu tohumlar yine bu firmaların sattığı ilaçlarla, gübrelerle yetişmek zorunda. Ayrıca bu tohumlar kısır ve ürettiğiniz üründen tohumluk olarak saklayamıyorsunuz. Peki, Avrupa bile bu konuda bu kadar hassas iken Müslüman bir ülke olarak biz bu tuzağa nasıl düşüyoruz?
Biz bu tuzağa üniversitede düşüyoruz. Şimdi siz delikanlısınız, üniversiteye gidiyorsunuz, bir şey bilmiyorsunuz, sadece üniversiteyi kazanmaya odaklanmışsınız. Dünyadan bihabersiniz. Yaşınızda zaten bihaber olmaya müsait. Üniversiteye geliyorsunuz, yeni bir dünyaya açılıyorsunuz, orada size bilgi diye bir şey enjekte ediyorlar. Bu bilgi Rahmanî bir bilgi değil, aksine şeytanî bir bilgi ve o şeytanî bilginin doğru ya da yanlışlığını tartacak düzeyde/durumda da değilsiniz. Sizin etrafınızda kuşatılmış, gittiğiniz cemaatler, vakıflar, dernekler vs. hepsi de aynı zihni yapıyla kuşatılmış vaziyette zaten. Dolayısıyla oradaki bilginin Rahmanî mi, şeytanî mi olduğunu idrak edecek durumda değilsiniz. Üniversiteyi bitirdiğiniz zaman tam bir batılı zihinle çıkıyorsunuz. Sonra bürokrasiye gidiyorsunuz, siyasete gidiyorsunuz, şirketlerin başına geçiyorsunuz, akademisyen oluyorsunuz yani bunlardan biri oluyorsunuz ve siz bu döngüyü devam ettiriyorsunuz. Yani şeytanın değirmenine su taşımaya devam ediyorsunuz ama Müslümansınız, namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz, zekât veriyorsunuz, hacca gidiyorsunuz, zina etmiyorsunuz yani İslam’ın pek çok emrini, nehyini yerine getiriyorsunuz ama siz şeytana çalışıyorsunuz.
ÇARE VAHYE DÖNMEKTE
Çiftçi şuanda bir eroinmandan farklı değil, hatta daha da kötü durumda. Eroinman kendi durumunun yani bağımlı olduğunun farkında, devlet, millet ve toplumda farkında. Fakat şuanda çiftçinin eroinman olduğunun ne devlet farkında, ne bürokrasi farkında, ne akademi ne de çiftçinin kendisi farkında kimse farkında değil. Aslında farkında olmalarını engelleyici onlarca husus var. Çünkü, akademi ve bürokrasi midesinden batıya bağımlı. Batı onları finanse ediyor, onlar da siyaseti bilgilendiriyorlar. Siyaset burada mâsum değildir, ‘beni yanlış bilgilendirdiler’ diyemez çünkü vebal onun omuzlarındadır. Bu durumdan kurtulmanın bir yolu var: Yeniden vahyi referanslara dönmek, gavurun usullerini terk edip Müslümanca usuller ortaya koymak! Midesinden gavura bağlı adamları dinlemek değil, gönlünden vahye bağlı adamları dinlemek gerekir.
ÇİFTÇİ EROİNMAN GİBİ
Çiftçimiz maalesef bağımlı, eroinman haline getirildi. Çiftçimize empoze ediliyor, tohumlar veriliyor ve ekiyor. Tohum verirsen ekebilir, vermezsen ekemez çünkü artık onun kendi tohumu yok. Kendi bir önceki mahsulünden tohum elde edemiyor, tohum elde etme usullerini de terk etmiş zaten. Çiftçinin elinde toprak var sadece, elektriğe bağımlı, suya bağımlı, gübreye bağımlı, tohuma bağımlı ziraî kimyasala bağımlı, faize bağımlı, bir cenderenin içinde. Bizim an’anevi çiftçiliğimiz ölmüştür. Bunun yerine endüstriyel büyük şirketlerin faaliyetleri vardır. Ziraatın nasıl yapılacağını, tohumun nasıl ekileceğini, nasıl hasad edeceğini, nasıl aşı yapılacağını bilmeyen yeni bir nesil türedi. Çünkü zorunlu eğitim yapıyorsunuz herkese, liseyi bitiren üniversiteye gidiyor, ondan sonra o işin insanının toprakla bir bağı kalmıyor. Dolayısıyla bu iş rehabilite ile mümkün değil, ıslah ile mümkün değil yıkıp yeniden yapmakla mümkündür. Başka yolu yok bunun, bu zihin yapısıyla, bu bilgi altyapısıyla, bu mantalite ile bu işi düzeltemezsiniz.
Mesela bizimle Avrupa’nın arsındaki temel fark şu; Avrupa bizden daha bozuk, biz de Avrupa kadar bozuğuz. Ancak Avrupa’da an’anevi tohumların ticareti yasak değil, biz de yasak. İsviçre’den tohum getirdim, marketlerde satılıyor etiketlenmiş özel tohumlar. Üretilen çiftliklere de gittim, o çiftliklerde insanlar bu ‘tohumlar yaşasın’ diye, 10-15 gün tatillerinde hoyratça dolaşmak yerine gidip bilâbedel çalışıyorlar. Yeter ki bu tohumlar üresin, yaşasın diye. Burada bir Allah’ın kulunu 1 saat bile çalıştıramazsınız, umurunda bile olmaz. Bu konularda bizden daha şuurlular. Biz hakikatin izini batının peşinde koşarak sürüyoruz. Bu zül olarak bize yeter. Onlar bizden bu konuda da fersah fersah ilerideler. Bu durum tabi ki Avrupa’nın her ülkesinde böyle olmayabilir. Ama biz burada bulamadığımız pek çok tohumu, oradan bulup getiriyoruz. Orada markette satılıyor, orada sokakta satılıyor. Burada hiçbir şartta satamazsınız, ceza-i müeyyidesi var.
Pek, hocam son olarak bize düşen görev nedir?
Tohumun yeri topraktır, herkes bulduğu bir alanda, 1 m
2 ise bir, 100 m
2 ise yüz metrekarede, toprağa tohum saçmalıdır. Toprakla barışmak ve ünsiyet kuracak kurmak zorundayız. Topraktan uzaklaşan buhrana girer. Topraktan uzaklaşan antidepresan bağımlısı olur, kanser olur, kısırlaşır. Herkes çanak ise çanakta yahut daha büyük bir alanda nerede yapabiliyorsa oda, an’anevi tohum bulup toprakla buluşturacak. Bu hem kendi iyiliği için, hem neslinin sıhhati için, hem de emanetin muhafazası için şart. Eğer biz hakiki tohumlarımızı toprakla buluşturmazsak, tedrici olarak kendiliğinden ölecektir. Şartlar ne olursa olsun bir süre sonra öleceklerdir. Herkes 7’den 70’e apartmanlardan çıkıp, bu beton hapishanelerinden çıkıp, yüksek katlı hapishanelerden çıkıp, toprakla buluşmalı, başka çaresi yok. Ayrıca herkes kendi uzmanlık alanının hayır yönünü de şer yönünü de bilecek ve hayır için çalışacaktır. Bilgiyi çoğaltacaksınız, bir kişinin bile kurtulması için çalışacaksınız, sahile vurmuş bir denizyıldızını daha kurtarmayı kar sayacaksınız. Bataklığı kurutmak için savaşacaksınız.
Altınoluk link:
https://www.altinoluk.com.tr/arastirmaci-gazeteci-can-kemal-ozer-ile-genetik-mudahale-yaratilisla-savastir.html