Sürekli bilinçli tüketici ibaresini kullanırız ama içeriğini ya da vasıflarına dair pek bilgimiz yoktur. Siz bilinçli tüketiciyi nasıl tanımlarsınız?
Aslında ‘tüketici’ kelimesi kullanım biçimi olarak modern, materyalist yani sekürler bir kavramdır. Arapça’da buna ‘mustahlik’ yani ‘yağmalayıcı’ deniliyor. Gerçekte tüketici, ‘yok eden’ demektir. Bunun yerine istifade eden, yararlan gibi veya daha hoş bir kavram bulmakta yarar var. İyi bir insan olmak için tüketen veya üreten değil, hakkını veren, yerli yerinde kullanan, israf etmeyen kişi olmak gerek. Bu ilkeler üretirken de geçerlidir.
Bir tüketicinin marjinal tüketimini, yani gelire göre harcama eğilimini “ne kadar kazandıysan ona göre harcamalısın” diye yorumlamak doğru mudur? Gelirin harcamaya ne derece etki ettiğini nasıl gözlemleyebiliriz?
Kurgulayıcılar bununla da yetinmeyip, ‘kazancın yetmiyorsa borçlanmalısın’ diyorlar. Kredi ve kredi kartı sistemi işte bunun için var. Zira küresel çaptaki zenginlerin asıl kazancı faiz yani tefeciliktir. Zaten siyasal yapılarda onlara itibarlı işadamı olarak bakılıp banker falan dense de gerçekte onlar kanunlarla korunan tefecilerdir. İnsan zaruri ihtiyaçlarını gidermek/karşılamak zorundadır. Bunun en alt ölçüsü hayatta kalmaktır. Ancak günümüzde insanları ‘tüketim canavarı’ yapmak için öylesine abartılıyor ki, adeta insan yaşamak için değil tüketmek için vardır. Zira sersefil hâle gelmiş olan batı, tüm insanların bilinçaltına ‘tükettiğin kadar varsın’ türünde mesajlarla saldırıp hegemonyası altına almaya çalışıyor. Neticesinde de neredeyse bütün insanlar esir alınıyor.
Esasında tüketim; içerisinde üreticiyi, tüketiciyi, tedarikçiyi, reklamı, pazarlamayı da barındıran geniş bir yelpazeye sahip. Bunlar da ekonomik faaliyetlerin bir bütünü. Tüketici ihtiyaçlarının maliyet, kâr ve toplumsal fayda gibi unsurlar gözetilerek karşılanmasında, rekabet koşullarının da zorlaştığı günümüzde ekonomik faaliyetlerin toplum lehine nihai amacı nedir, ne olmalıdır?
Günümüzde gerçek bir rekabetten ziyade güdülenen, piyasanın güçlülerince yönetilen hâkim veya doğal tekellerinden söz etmek daha doğrudur. Mesela gıdanın en belirleyici unsurlarının başında gelen tohumculuk diye bir sektör yokken önce tohum ticari bir met’aya dönüştürüldü. Sonra sektöründe 300-400 firma ortaya çıktı. Ama iki-üç firma neredeyse pazarın yüzde 90’ına hâkim. Bunlarda yabancı sermayeli şirketler. Burada sayıya değil netice bakmamız gerekiyor. Bu ihtiyaç maddelerinin pek çoğunda geçerli bir durum.
Burada üreten ve kullanan taraf en zayıf taraftır. Reklam denilen alan ise ürüne dair gerçeklerden söz etmek yerine olanca gücüyle abartan, duygu ve bilince etki altına almaya çalışan hakikatin değil, kârın bazen de kültürü örselemenin peşinden koşar. Eğer tarım sektöründen söz ediyor ise üretici var gücüyle didinip üretir ama en az kazanan odur. Satın alan nihaî kullanıcı da tıpkı üretici gibi var gücüyle kazanmak için çırpınır ve üreticiden 1 liraya çıkan ürün ona 10 liraya ulaşır. Burada en çok kazanan aracı ve bankalardır. Liberal kapitalizm denen sistemin esası da budur. Bu sektörlerde farklılık gösterse de en çok zararı en çok emek ortaya koyan çekerken, en çok kazanda hiç riski olmayan büyük sermayedir.
Eğer devlet yahut bir otoritenin müdahalesi söz konusu değilse ‘rekabet’ denilen şey hep büyük sermayenin az emek sıfır riskle en yüksek kazancı elde etmesini sağlamanın sözde adıdır. Bu nedenle rekabetin zorlaşması gibi kavramlara ben pek inanmıyorum. Zorlaşan şey, zayıf zümrenin varlık gösterme kabiliyetinin azalmasıdır. Herkesin sadece daha fazla karın peşinden koştuğu bu günde ‘toplumsal fayda’ yahut ‘çevre ve insana zarar vermemek’ kimsenin gündeminde değildir. Elbette sıfır demiyorum ama yok denecek kadar azın ne yazık ki pek esamesi okunmuyor. Bu konudaki mevzuatlar, uygulamalar, bilimsel çalışmalar ‘miş’ gibi yapmaktan başka bir şey yapmıyor.
Tehlikeli ve riskli mal ve hizmete karşı ülke halkı olarak haklarımızın peşinden gidiyor muyuz? Herhangi geçerli bir sebepten dolayı aldığımız ürünü geri vermek ya da değiştirmek için yapmamız gereken girişimlerde neden tembellik yaşıyoruz? Bir sonuç çıkmaz düşüncesinden mi yoksa haklarımızı tam bilememekten mi?
Haklarımızı bildiğimizi söylemek güç. Devletinde doğru ve yeterli bilgilendirdiğini de. Bu konularda çalışan STK’ların da finansal dolayısıyla da insan kaynağı sorunu var.
Ne yazık ki hem ‘bana bir şey olmaz’ hem de ‘aman canım bununla kim uğraşacak’ yahut da ‘bunlar güçlü şimdi başıma bir iş gelir Allah’ından bulsun’cu bir toplumuz. Bu yüzden hak arama bilinci çok az. Dilekçe yazmaktan imtina eden, bu yüzden nasıl dilekçe yazılırı bile bilmeyen bir toplumdan söz etmek zorundayız.
Öte yandan bürokrasinin de işlerimizi kolaylaştırdığını söylemekte pek mümkün değil. Koltuğa oturanların vatandaştan gelen talepleri yük telakki eden bir yapısı var. Bu modern bir hastalık olsa gerek. Ancak tedavisi ya ahlakî değerleri önceleyen eğitimle ya da hukuksal müeyyidelerle...
Teknolojik gelişmelere paralel olarak yaşam standardı hızla yükselmekte. Buna karşılık tüketicinin mal ve hizmetler arasında seçim yapabilmesi giderek zorlaşmakta. Tüketici eğitimi verilmesi bu noktada neyi amaçlıyor? Tabi bu eğitimin okullarda verilmesi birinci şart. Bu konuda nasılız?
Teknolojik gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığını söylemek mümkün değil. Yaptığı şey işleri daha da karmaşıklaştırmak, süreçleri ve maliyetleri artırmak… Dahası teknolojinin hayatı zorlaştırdığını dahi söylemek zorundayız. ‘Olur mu canım, bu da nerden çıktı. Ben trene uçağa binip 1 günlük yolu 2 saatte alıyorum. Eskiden mektup yazıyordum bir haftada anca ulaşıyordu. Şimdi cepten anında konuşuyorum’ diyenler çok olacaktır. Bu kimseler için işin sadece propaganda kısmıyla ilgileniyorlar diyebiliriz. Zira teknolojinin yaptığı şey haz ve hızı artırmak, sıhhati bozmak, çevreyi kirletmek, varlıkları yok etmek ve acıları büyütmekten başka ne yaptı Allah’ın aşkına. Evet, çok da haksızlık etmek istemeyiz. Çok geliştik ama acılarımız, hastalıklarımız, bunalımlarımız, endişelerimiz o denli çoğaldı. Gelişme görece mutluluk getirmiş olabilir ama biz ait olduğumuz topraktan kopardı. Evde doğmak, evde tedavi olmak ve evde ölmek bile yasak olan bir dünya gerçek olabilir mi?
Bu gelişmişlik ise bunca imkânın olmadığı bir çağda 57 yıl yaşayıp da 200’en fazlası elimizde olan ve toplamdan 500’den fazla eser kaleme alan İbn-i Sina’yı nasıl izah edeceğiz. Üstelik bunları hâlâ bütün dünyada okunmaya devam ediyor. Uçak, bilgisayar, İnternet dolayısıyla hız yoktu ama zaman boldu. Şimdi çok hızlıyız ama zamanımız yok. Zira bir öğün yemek için saatlerce çalışmak zorundayız. Bir cep telefonu almak için en az bir ay çalışmak zorunda kalanlarımızın sayısı hayli çok. Demek ki hızlanmak zaman tasarrufu sağlamıyor.
Bu çağda her şeyi kolay elde eder olduk ama sıhhatimiz bozuldu. Daha çok paramız var ama daha da mutsuzuz. Bir yere daha hızlı varıyoruz ama bu bedenimizi, beynimizi ve bilincimizi nasıl etkiliyor, zararları nasıl yok edilebilir meselesi pek kimseyi ilgilendirmiyor. Mesela pek çok kişi gibi bende 11 yaşında köyden kocaman bir şehre okumaya geldim. Kimsem yok ve ailemle onlar ziyaretime gelirse ya da Şubat ve yaz tatiller de görebiliyordum. Bizden önceki neslin durumu daha zordu. Daha öncekilerin ki daha da zor. Şimdi servisle okula gidip gelen bir çocukta cep telefonu, tablet ve İnternet var. Ama biz ortaokulda kitap okuma yarışı yapardık, şimdi kaç çocuk okuyor. Cep telefonun çocuğun fiziksel ve beyinsel gelişimini etkilediği kaç ebeveynin umurunda? Oysa zorluk arttıkça insan irade ve gayreti de artar.
Zannımca biz eğitimi ezberletme, not/puan alma ve bir üniversite ve işe yerleş(tir)me aracı olarak görüyoruz. Eğitim bu ise ben ümmi kalmayı yeğleyenlerdenim. Okul zoraki gidilip gelinen bir yer olduğu müddetçe çok diplomalı yetiştirebilirsiniz ama asla âlim/ilim adamı yetiştiremezsiniz! Günümüz ders kitapları bana çok karmaşık ve hatta komik geliyor. Dolayısıyla da eğitim de. Bu nedenle beklentim çok alt düzeylerde…
En pahalı olan ürünü değil, ihtiyacımız olan ürünü tercih etmemiz gerektiği her zaman söylenir. Buna göre sağlıklı ekonominin de temeli olan bilinçli alışveriş nedir?
İhtiyacınız daha doğru ifadeyle zarurilerimiz nedir diye bir soru sorsak en fakirin listesini okumak bile günlerimizi alabilir. Oysa bunlar ihtiyaç değil arzudur. Gelişmişlik GSMH’nın büyüklüğüyle ölçülmeye devam ettiği sürece (ki bunun sona ereceğine dair hiçbir emare yok) bu ‘at yarışı’ hem üretimde hem de tüketimde devam edeceğini gösterir. Bu nereye kadar sürecek? Kaldı ki kapitalizmin varlığı amansız üretim ve tüketime bağlı. Buna ket vurmadan neyin gerçek, ne gerçek olmadığını anlayamayız.
Mesela evlerimizdeki bütün eşyaları kaldırsak ve sadece ihtiyaç olanı ihtiyaç duyunca kutudan çıkarsak bir ay sonunda eşyaların en yüzde 60-70’ini hiç kullanmadığımızı görürüz. Ömrünüzde bir defa ihtiyaç olacak bir şeyi komşudan emanet istemeyi öğütlemek yerine satın almayı öğütlerler. Bir şeyin ucuz ya da pahalı olmasından ziyade gerçekten ihtiyaç olup olmadığını bilmek gerekiyor. Bunu bilmek için bilincimizin açık ve kirletilmemiş olması gerek.
Birde son zamanlarda ‘merdiven altı’ denilen kötü bir kavram üretildi ‘iri kıyım’ firmalarca. Bu tümüyle yanlış ve zenginleri korumaya yönelik tehlikeli bir kavramdır. Mahalledeki fırıncınız merdiven altı ama kimya tesisinin yanında sentetiklerle sözde etmek üretenler “büyük marka” öyle mi? Önemli olan marka ve firma değil, ürünün niteliği, üzerindeki bedeli hak edip etmediği hepsinden önemlisi de gerçekten buna ihtiyacımızın olup olmadığı ve de bunun bana zarar verip vermeyeceğidir.
Siz aynı zamanda “Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi” kurucusu ve başkanısınız. Gıda Hareketi dediğimiz örgüt ne amaçla kuruldu?
Gıda Hareketi, küresel sistemin toplum, tarih, bilgi, irfan, hikmetle yoğrulmuş tecrübe, tohum, sıhhat ve Kur’an ve Sünnet’teki şekliyle beslenme modelleri konusunda toplu ve değerlerimize yönelen saldırılar hususunda insanları bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için kuruldu. Ne uğruna olursa olsun varlık gerekçesinden sapmadan yol açma çabasında.
Ne yemeliyiz, ne içmeliyiz, neye ne derece dikkat etmeliyiz hakkında yazdığınız harika kitaplar var. Tümüyle ilgili soru sormak isterdim... Sizden gıda güvenliğimiz ve kitaplar hakkında da bilgi içeren yeme ihtiyacını nasıl karşılamamız, nelere dikkat etmemiz gerektiği hakkında bilgi alabilir miyiz?
Teşekkür ederim. İnşaallah iltifatınıza layık eserlerdir. Bizi Allah yarattı ve O (c.c.) kendinden bir ruh üfürdü. Nelerden yiyip içmemizi ve nelerden sakınmamız gerektiğini ise Kur’an-ı Kerim’inde tek tek izah ediyor. Gönderdiği Peygamber (s.a.v.)’de bu emirleri noksansız ve en mükemmel şekliyle hayatında tatbik etti. Şimdi bu muhteşem bilgi ve imkân varken başka model aramaya gerek var mı? Ona uydukça işe yaramadı mı yok?
Biz Kur’an ve Sünnet’e uygun beslenirsek sıhhat sorunumuz olmaz. Kur’an ve Sünnet’e uygun üretim yaparsak çevre sorunumuz olmaz. Kur’an ve Sünnet’e uygun bir hayat sürersek israf, fakirlik, açlık ve açlıktan ölümler olmaz. Bütün bunlar varsa demek ki bizimle hakikat arasındaki mesafe hayli açılmış.
Bütün dünyayı kaplamış kimyasal bir “terör” var. Allah yarattığı şekil ve biçimi değiştirmeye çalışan ifsatçılar var. Ekine ve nesle dolayısıyla yaratılmış ne varsa hepsine düşmanlık eden, iyilerini kendi tekellerine/mülkiyetlerine, tahrif ettikleri kötüleri ise diğer insanlara yediren zalim, fâsık ve müfsit bir güruh var.
Bu eserlerle hem Kur’an ve Sünnet’in ölçülerini hatırlatmaya çalışıyor, hem de insanlık düşmanları ve uygulamalarından haberdar ederek toplumu bilgilendirmeye ve korumaya gayret ediyoruz. Bir şey keşfetmiş ve yeni bir şey söylüyor da değiliz. Yaptığımızın hakikati izini sürmek, üstü örtülen gerçek ve sahih bilginin üstünde örtüleri atmaya çalışmaktır, o kadar!
Zira bir Müslüman ve hatta bütün insanlar için gıda ve diğer tüm madde ve eşyalar sadece beslenmek ve kullanılmak için değil, aynı zamanda kullanım biçimi, ölçüsü, miktarı ve şekli konusunda da hesaba çekileceği şeylerdir.
Kur’an bize hem gıda, hem de tüm eşyalar konusunda “tayyib” olanları israf etmeden ve diğer kullara da ikram ederek kullanmamızı emrediyor. Burada “tayyib”ten muradın ne olduğunu bilmezsek, çağı dolayısıyla Kur’an’ın maksadını anlayamayız. Kahir ekseriyetin dediği gibi “tayyib” temiz değil, fıtratıyla/yaratılışıyla oynanmamış, insana ve çevreye zarar vermeyen, saf, sıhhi ve fıtrî olan şeydir. Sentetik kimyasallarla zehirlenmemiş, raf ömrünü uzatmak ve satışı kolaylaştırmak gibi amaçlarla besin değerini yok ekmemektir. Bunu daha da genişletebiliriz.
En Çok Okunan İçerikler
08 Kasım 2023
09 Aralık 2023
08 Kasım 2023
09 Kasım 2023
05 Kasım 2023
17 Mayıs 2023
15 Temmuz 2023
01 Haziran 2023
17 Mayıs 2023
15 Mayıs 2023