Ne olduğunuzun ehemmiyetini yitirip, nasıl algılandığınız veya nasıl gösterildiğinizin öne çıktığı bir zaman dilimindeyiz. Bu yüzden algılara teslim olmayıp aksine yönetme zarureti var.
Türkiye’nin iç ve dış umuma yönelik doğru iletişim kurabilmeyi başardığı söylenemez. Bizler gazeteciyiz ve işimiz haber ve analiz üretmek. Haberinizin sahih olması şart! Hele ki Müslümansanız bu sizin için ilahî bir vecibe.
Hâin değilseniz ülkenizin aleyhine haber yapamazsınız. Haberi doğrulatmak olmazsa olmaz mükellefiyet. Kabul edelim ki, Türkiye’de bunu başarmak kolay değil. Siyaset önemli ölçüde kompleksli, bürokrasi ve akademi ise korkak. Pek çoğu haberi kendinden olana değil, yaranmak için muhalif olana veriyor.
Gündemdeki bazı hususlarla ilgili günlerdir bir yetkiliyi arıyoruz, konuşmuyor. Konuşmayacağının söylendiği dakikalarda Türkiye’ye açıkça düşmanlık eden dış medya ile muhalif iç medyaya demeç veriyor.
Başka bir örnek ise ormanlarınızda elliye yakın noktada aynı anda yangın çıkıyor. Belli ki terör örgütü sabotaj yapmış. İlgili genel müdürlükte sorularınıza cevap verecek kimse yok.
Bunca basın birimi ve özel kalemler ne için var? Bu günde işe yaramayacaklarsa ne zaman? Medya bugünde sahih bilgiye ulaşamayacaksa ne zaman ulaşacak?
Mesele bir iki kurumdan ibaret değil. Kabul edelim ki, Türkiye bir iletişim krizi yaşıyor. İşler sarpa sarınca düzeltmeye çalışmak yerine zamanında doğru bilgilendirme yapmak neden kimsenin aklına gelmez?
Biz haber peşinde koşmak yerine onların kendilerini anlatmanın derdine düşmesi gerektiği hâlde, hiçbir iletişim krizi bürokrasinin umurunda değil. Bürokrasinin sesini hoşlanmayacağı haberler ya da işinden olduğunda işitmekten ne zaman kurtulacağız?
Yaşadığı çağı anlayamamış kişi, kurum ve devletlerin işi zor, maliyeti yüksektir. 31 Mart ve 23 Haziran sonuçları yükselen tepkiyi anlayamamanın ve doğru iletişim kuramamanın bir neticesi değil mi?
Batıyı ‘güçlü’ kılan iki şey var: Bir sömürgeciliği, diğeri ise yalancılığı. Biz ikisini de yapamayız. Ancak Hakk’ı üstün tutmak, doğru söylemek de bir yoldur ve yolların en üstünüdür.
Bir başka mesele ise kapak konumuz olan batının felsefesi ve felsefecilerini doğru tanımamak ve doğru öğretememek… Batı felsefesine öykünerek zeminimizi boşalttığımızı fark edememek...
Bize hep ‘düşmanın silahıyla silahlanmamız’ öğütlendi ve bu yalan Peygamberimize isnat edildi. Batının silahının sömürme ve yalan olduğunu söylemiştik. Buna başkaları da eklenebilir. Ama Müslüman bu silahlarla asla techiz olamaz. Ayrıca Enfal Suresi 60’ıncı Âyetini de yanlış anladığımız ya da hiç anlamadığımız ortada.
Genellikle genetik bilimi için de benzer şeyler söylenir. “
Biz yapmayalım da batı mı yapsın” gibi yanlış bir cümle kurulur. Genetik bilimini bilip düşmana karşı hazır olmak başka, bu bilim üzerinden fıtratla / yaratılışla / tabiatla savaşmak başka şeydir. Eğer Milli Eğitim veya İslâmî yapılar olarak İslam düşüncesi ve ilimlerinin usûllerini gençlere anlatmak yerine batı felsefesini öğretirseniz haklı olarak düşmanın değirmenine su taşıyan insanlar yetiştirirsiniz.
Bu durumda yapılacaklar belli ancak yapacak yetişmiş kafalara ihtiyaç var. O da hiziplerin hırslarıyla değil, dâvâ şuuru, akıl ve liyakat ile çözülür.
Sözümüz kaldıysa ârifler içindir!
Vesselam!